Poetika: Ne Ola?
Nisan 2008 tarihli Milliyet Sanat dergisinde yayımlanmıştır.
Mihail Bahtin’in, Sanat ve Sorumluluk / ‘İlk Felsefi Denemeler’ ismiyle yayımlanan çalışmalarının, ‘Estetik Etkinlikte Yazar ve Kahraman’ başlıklı bölümüne düşülen bir dipnotta, birçok kaynağa da göndermede bulunarak şunun altı çizilir: “Bahtin’in formülleştirmesi, ‘sözel sanat’ değil, ‘sözel yaratım’dır. Bahtin için temel kategori, yaratım veya yaratıcı etkinliktir”. (1)
Ülkemizde Bahtin heveskârlığının bir görünüp bir kaybolduğu o ışık çakımı öncesinde yayımlanan Birey Sorunsalı / ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’ isimli ilk çalışmamdan bu yana, ‘yaratıcı edim’in, yazınsal ve siyasal açılımının nasıl olabileceğini ya da olması gerektiğini anlamaya -hayata da o duyarlıkla bakmaya- çalışıyorum.
Öncelikle, yazınsal ya da siyasal, her iki edimin de yaratıcılık bağlamında ele alınışlarının esin kaynağının benim için ‘psikanalitik süreçler’ olduğunu söylemeliyim. Vardığım yerse şu: Yaratabilmek, yaratıcı bir tavrı kuşanabilmek için, önce, yaratılacak şeyi düşlemek, hayal edebilmek gerekir. Yıkmayı göze almadan yaratma olmayacaksa; yıkmak, yok etmek değil de -yıkılanı uygunca kendi yapısal harcına katmak suretiyle- ileriye taşıyıcı sürecin bir ön adımı ise, yaratma/k, tümden kendini reddetmeden kendini aşma çabasıdır -aşkınlıktır: imkânsız görünenin gerçek(leşebilir)liğini hayal hanesinde kurabilmektir. Genel geçer olana kapılanmaya gönül indirmediği için, en insanca ve onurlu çabamızdır yaratma. Verili duruşlarda yaşanan rahatsızlığı, hayatın bizi kabulde yaşattığı keyifsizliği umursadığımızın, o anlamda hayata duyarlılığımızın (hayatta ya da hayatla bir ‘mesele’miz oluşunun) ifadesidir. Yaratma, korku ve kaygılarımızla yüzleşmeyi göze alışımızın cesaret, onları, yeni bir varoluş düşleminin (tahayyülünün) yakıtı kılabilmenin maharet örneğidir de aynı zamanda.
Peki; korku ya da kaygı/endişe diye andığımız şey/ler neyin nesidir? Basitçe, söz konusu yaşantılar (ya da duyumsayışlar), kendimiz ve -kaçınılmaz- hayat ile ilişkimizden kaynaklanan ‘çatışma’ların (‘conflict’) ifadeleridir: kaygılı isem ya da anlamsız bir korkunun esiri, demek, kendimle başım hoş değil, hayatla ilişkimde tadımı kaçıran bir şeyler var. Ama ne?
İşte, ‘yaratıcı yazar’, tam da bu çatışma noktasında kalemine davranan kişidir. Yaratıcı yazar, algıladığı (rahmetli Freud’dan yaklaşık iki yüz elli yıl önce -yine rahmete durmuş- Spinoza’nın, ‘birinci türden bilgi’/nedensellik bağıntıları içine taşınmamış, güvenilmez, ‘upuygun olmayan bilgi’ diye andığı) rahatsızlığının peşine düşen, ona, imge(lem)sel görünürlük kazandırmayı ve farklısını düşlemeyi/imgelemeyi kendisine vazife edinen işgüzar ya da vazifeşinas kişidir. Yani? Duyumsadığına sırtını çevirmeyen, ‘dağlara taşlara kuru ağaçlara’ diye (ah! anneannem de rahmet istedi, zahir) savuşturmaya kalkışmayan ‘örnek bir çilekeş’tir yaratıcı yazar. (Ha, benzer çatışma noktasında hayata uzanacaksa elimiz, ‘özgürlükçü sınıfsal siyasi’ mücadeledir yolumuz -ki, şimdilik onu bir yana koyuyoruz.)
E peki, ne zamandır bu ‘yaratma’ işine soyunmuş insanoğlu (adamıyla kadınıyla)? Kendisini ‘insan/özne’ kılacak çatışmalar ve kapışmaları yaşadığından bu yana: hayal kadar eski ve hayal ettiği müddetçe. Doğa ile çatışmasını çiziktirmiş mağarasının duvarına -avı ile varoluşsal mücadelesini ihtiyacı üzre halledeceği bir görünürlükte. Hayale durmuş yani, hakikatle kavgaya tutuşmasının eşiğinde. Kimbilir ne rüyalar görmüş ve hâlâ da görmekte: çatışmalarının sırtını yere getirebilmek, hiç olmadı rahat bir uyku uyuyabilmek niyetine. Söylenler kurmuş, masallar uydurmuş, destanlar, dinler, karnavallar, şakalar, şakalaşmalar, mizah, vs., vs. Olmadı, sinirceli (nevrotik) marazlara, yakınmalara vurmuş, daha olmadı, aklını peynir ekmeğe katık etmiş psikoza durmuş. (Harcıâleme yüz vermedikleri, onunla işbirliği etmedikleri takdiriyle, bu türden marazlı halleri kutsayanlar, hatta onlara, bir tür ‘yaratma’ vehmedenler de olmuştur -aman, dikkat!)
Tamam, azdırmayalım, dönelim yaratıcı/çilekeş yazarımıza. Bir yaratıcı yazar, dağlara taşlara ya da kuru ağaçlara savuşturmayacaksa çatışmasını, nasıl yüzleşecektir, ne yapacaktır onunla? Romansa bu yaratıcı çilekeş yazarın yazdığı, içe bakışlı bir alımlayıcılıkla (psikanalizde ‘serbest çağrışım’ edimselliği ile yaşanan şey) çatışma bileşenlerini yoklayacak, ayrıştıracak, imgelemsel çabası ve yazınsal imgesel görünürlükleri içinde hem kendisi hem de okuru için onları yeniden alımlanır kılacaktır. Eh, çilekeş ya bu (külfetli bir yaratıcılığı meslek tutmuş ya!), çatışma bileşenlerini, ‘tekçil ve baskın bir ses’ üzerinden yeni bir yüceleştirme (‘idealisation’) kolaycılığına ve imgesel dünyasının kurmaca tanrısı olma büyüklenmeciliğine (‘omnipotence’) yenik düşürmeyecek; onları, karşıtları ile birlikte, birbirlerine ışık düşürecekleri, birbirleri ile itişip kakışarak düşüp kalkacakları bir ‘çoksesliliğe’ taşıyacaktır. Peki, bu sesleri nereden alırız biz? O seslerin taşıyıcısı roman kişiliklerinden/kahramanlarından. Demek ki, hayal hanemizden bizi verili hakikati(mizi) değiştirmeye doğru sırtlanacak olanlar, birbirinin önünü kesmeyen, yazınsal söylemin ucunu kapatmayan, hükümran ve nihaileştirici olmayan çoksesli örgüsü ile yaratıcı yazınsal çoğulluktur. (Psikanalizdeki kişinin -analizanın-, haftanın belli günlerinde, belirli bir zaman diliminde -yani, bir ‘çerçeve’ içinde durarak- analistin dinleyici aynasına yansıttıkları, oradan yansıyanlar üzerinden gördükleri ve de -ağzından çıkanı işitir olmaklığı ile- kendinden yana duydukları da -analizin özgürleştirici/mutlak bir doğruyu öngörmeyen tavrı içinde- böylesi bir çoğulluktur. Analizanı sedire [‘couch’] yatıran marazsa, dışsal/öngörülmüş -yanılsamalı- bir doğru ile hesabını kesememiş olmasıdır.)
Peki, bunlar (yaratıcı yazarın tuttuğu türden olanlar yani) kolay işler mi? Yok, değil. Bir kere, gerçekten yaratma ürünü bir roman yazacaksan, ortalık yerde soyunmayı, öylesi bir iç-ten(sel)liği göze alacaksın. Yani, yalnızca sen ve analistin bilmeyecek, âlem de bilecek. Lakin, meşakkatli olsa da, medeniyete katkının ödülü de var: ‘yazar’sın sen! Medeniyet adına tek başına bedel ödesen de karşılığında ‘yaratma cesaret ve mahareti olan yazar’ı alansın. Benzer ihtiyaç üzre gördüğü ve elbet pek ilginç bulduğu rüyalarını -sabah mahmurluğunu atmadan daha- bir başkasına yetiştirme telaşındaki can sıkıcılardan (ya da, yazma yatkınlığını, çok-satarlığa tahvil etme merakında olanlardan) değilsin. Aynı imge(lem)sel hammaddeyi kullansan da, onu, işlemeyi, hayat bilgin ve duyarlığınla bezemeyi ve onun üzerinden okurun hayal hanesini işlek kılmayı becerenlerdensin. Kendinle yüzleşme çaban içinde, okurunu, kendiyle ve hayatla yüzleşmeye yüreklendirensin. Üstelik, söz konusu medeniyet düzeyinde, kaçınılmaz kendinden kalkarak yazsan da, kendinden kurtulmanın tahayyülü içinde olduğunu, metinde görünenlerin bildik sen olmadığını, yeniden bulmak ve kurmak üzere kendini aramaya çıkmış bir çilekeş olduğunu takdir edebileceklerin de arasındasın bir bakıma.
Eh, lafı şuraya getirsem kime ne zararı var: Anılan medeniyette bir başka mesleğin erbabı (diyelim, psikanalitik bilgi ile etrafa ve yazınsal metne bakmayı iş edinmiş bir meraklı kişi) kahramanlarının arasında,‘E, valla, bu biraz eşcinsel gibi geldi bana,’ zannıyla yaklaşacağı bir kahraman bulmuş olsa, ne türden bir münasebetsizlik arz eder ki, yaratıcı yazarın nazarında? Hele, Suzan Sontag’ın şu söyledikleri de hesaba katılacaksa: “Bir sanat yapıtının ‘söylediklerini’ ahlak açısından onaylamak ya da onaylamamak, bir sanat yapıtından cinsel heyecan duymak kadar dışsal bir şeydir” (Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş / ‘Biçem Üzerine’. [2])
Mihail Bahtin’in, asıl, yazınsal yaratım süreçlerinin felsefi ve edimsel derinliğinin ele alınışı için Sanat ve Sorumluluk başlıklı metnine bakılmalıysa da, Dostoyevski Poetikasının Sorunları’ndaki, ‘Dostoyevski’nin Sanatında Kahraman ve Kahramanla Bağlantılı Olarak Yazarın Konumu’ başlığı altında yer alan şu satırlar da işimizi görecektir fazlasıyla: “Kahraman, Dostoyevski’yi gerçekliğin toplumsal açıdan tipik veya bireysel açıdan karakteristik olan sabit ve özgül özellikleri haiz bir tezahürü olarak ya da topluca ele alındıklarında ‘Kahraman kimdir?’ sorusunu yanıtlayan muğlak-olmayan, nesnel özelliklerden oluşturulmuş özgül bir profil olarak ilgilendirmez. Hayır, kahraman, Dostoyevski’yi tam da dünyaya ve kendisine yönelik belirli bir bakış açısı olarak; bir kişinin kendisini çevreleyen gerçekliği ve kendi benliğini değerlendirip yorumlamasını olanaklı kılan konum olarak ilgilendirir. Dostoyevski için önemli olan, kahramanın dünyada nasıl göründüğü değil, öncelikle dünyanın kahramana nasıl göründüğü ve kahramanın kendi kendisine nasıl göründüğüdür”.
Yineliyorum, yaratıcı kaygıyla yola çıkan yazar, başkasınınkinden değil, elbet, kendi kaygısından kalkarak yazar, lakin, kaygılı kendini tasfiye etmek üzere, kendinin ayna ikizi olmaktan çıktıkça yazdıkları edimsel yaratıcılığa yarar: “Kahramanı yaratıcısıyla birleştiren göbek bağı kesilip atılmazsa, o zaman sahip olduğumuz şey bir sanat yapıtı değil, kişisel bir belge olur yalnızca”. (3)
Hal bu ise, peki, kahramanlarının başkalarınca nasıl görüldüğünden, hele hele, nasıl görülmeleri gerektiğinden yana ‘kişisel olarak’ dertlenen (ve dahi, gelenekleştirildiği üzere, romanı kitapçı rafına konmadan karşımıza kurulup önden kurmacasının hikmetlerini bizlerle paylaşmaya duran) yazarın, ‘kahramanla bağlantılı olarak konumu’ ne ola?
Evet; soru o: Poetika, ne ola?
__________________________
1. Sanat ve Sorumluluk / çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Y., 2005, s. 24.
2. Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş / çev. Yurdanur Salman, Müge Gürsoy Sökmen, Metis, 1998, s. 32.
3. Dostoyevski Poetikasının Sorunları / çev. Cem Soydemir, Metis, 2004, s. 97, 103.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Poetika: Ne Ola?”