Dayak Arsızlığına Son!
Eh, oldu olacak, müsaade buyurulursa, bir psikanalist ve sosyalist olarak (‘özgürlükçü ve demokrat’ tarafından mümkünse!) ben de bir söz alayım, memleket ahvaline dair: Bir vakitler bizi, ‘Gelişmeye Azimli Ülkeler’ sınıfına yaz(dır)mışlardı -Sümerbank önlüklerimizle-, o vakitten bu yana da gelişir dururuz -açık alınla-, semirdik-serpildik de, lakin, -sevimli bir toramanlık hâli olsa neyse- bir ‘çocuk irisi’ hantallığıyla -ihtiyaç hasıl olduğunda, ‘büyümüş de küçülmüş’ çocuk sahteciliğine de sıvanarak ısrarla- biteviye yalpalamaktayız, bir o yana bir bu yana… işte o ahvale -‘kendi olmaya/büyüme’ye- dair.
Geçen 1 Mayıs sabahı idi. Sindire sindire büyümüşlerden bir büyüğümüzün,“Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır,” (‘Mum ol!’) özlü gürlemesi kulağımda, sabah erkenden Cihangir’deki evimden çıkmış, bir zamanlar ‘1 Mayıs Alanı’ namıyla bırakıp bir daha da topluca giremediğimiz Taksim Meydanı’na doğru yürümekteydim. Hemen onun öncesindeki (’77’deki) kalabalığı, AKM’nin cephesine asılmış o koca yoldaş ellerin avcundaki Dünya afişini, silah seslerini, kaçışan, birbiri üzerine çaresizlikle yığılan ve son nefeslerini veren insanları da hissetmekteydim beraberimde. O gün -1 Mayıs’ların ‘Bahar Bayramı’ diye belletildiği çocuksu yitik masumiyet zamanlarının peşinde- Diyarbakır’a uçtuydum. Ayak bastığım yerden o günün sabahına baktığımda şöyle iç geçirmişim (Varlık dergisinin ilgili sayısında): “Çocukluğunun masum bahar bayramı yeşillikleri çok ama çok uzaklarda kalmış soluk bir rüya idi saldırgan bina cangılında Diyarbakır’da. Oradaysa, topuyla, tüfeğiyle, askeri ve polisiyle, yitik yoldaşların anısına bir kâbus gibi çökmüştü ‘devlet’, Taksim Meydanı’na çıkan tüm yol başlarında. Daha üç gün önce ‘e-posta/l/lanan’ hükümet, ne için ve kime karşı ‘devlet’ olunacağının şaşmaz bilinci ve ittifakı ile oradaydı. Tandoğan’ları, Çağlayan’ları bayrakları ile dolduran ‘seçkin/ler’ kalabalığının, hükümet-asker ikincil itişmesi bir yana, devletin, ‘maddi ve manevi şahsiyeti’ni nerelerden ve nasıl donattığı ile ilgili herhangi bir sorusu, sorunu, ‘demokratik’ bir duyarlığı, var mıydı acaba? 27 Mayıs’ı, ikisi ‘başarısız’ dört darbe izlemişti. ‘Yirmi yılda beş darbe, seçim gibi bir şey,’ diyordu, TİP Tarihi’nde Mehmet Ali Aybar -süngü ucu gösterip bayrak sallayanların haberi var mıydı?”
Psikanalizse şunu söyler bize: Her bebek/çocuk, nesne ilişkileri (‘nesne’yi, çocuğun -ihtiyaçları bağlamında- yatırımda bulunduğu, onu besleyip büyüten yakınları olarak alalım) ve o ilişkilerin öznel/tarihsel sarmalı içinde büyür. Söz konusu nesne ilişkileri, çocuğa, ‘kendi’ olarak sevilebilir ve kıymetli olduğunu yaşatır, ‘kendilik’ değerlerini kurup -özerkleşerek- büyüyeceği yolu açarsa, çocuk da gerçekten büyür ve ‘adam gibi bir adam’ olur. ‘Büyüyeceği yol’ dedim. Bağlandığından -kendini bulmak ve kurmak üzere- güvenle ayrılabileceği, kendilik gerçekliğini kurarken (ya da kurmak suretiyle) başkalarının da kendi olma ve kendini kurma serüvenini gönül ferahlığı ile (gücenmeden, korkmadan) tanımayı benimseten bir yol. Kendi olma özgüveni ile kendi olmayı yasaklayan güçleri ayrıştırabilmeye ve gereğinde çatışmayı göze alabilmeye (özgürlükçü-demokratik direşkenliğe) de çıkan bir yol.
Peki, ‘biz’, bu memleketin evlatları, devlet (ana/baba) ile ilişkimizi nasıl yaşıyoruz, yaşamışız? Devletten, devletin kutsallaştırılmış (resmi ideolojik) değer ve hayat tariflerinden -söz konusu değer ve tarifleri tartmak ve yeniden kurmak anlamında- ne kadar kendimizi ayrıştırabilmiş, ne kadar ‘özerk siyasal özne/ler’ olabilmişiz?
Az önce, çocukluğumun Bahar Bayramılaştırılmış 1 Mayıs’larından, üniversite gençliğimin kıyımlı, şimdinin yasaklı 1 Mayıs’larına, devletle ilişkimiz içinde bizi, -birer özerk siyasal özne olacakken- güdük kalmaya mahkûm eden (ki, ‘paranoya’larımız da oradan mülhem) hayat yolumuzu resmetmeye çalıştım. Başı kapalı eşi ile cumhurun başı olmaya ‘yeltenmeyi’ tüm varoluşsal değerlerimizi alt-üst etmeye (muasır medeniyetleri aşma yarışında bizleri zaafa düşürmeye) niyetli olası bir yıkım gibi yaşayan (bayrakları ve zinde+sözde emekli abilere güvenleri ile meydanları dolduran) seçkin/ci/ler kalabalığı, o gün ne denli, sınıfsal/toplumsal anlamda kendi olma arayışlarını tıkayan ‘kutsal bağlaşma’nın ayırdında olamayacak aymazlıkta idiyse, bugün de üniversitede başörtüsü/türban yasağının kaldırılma süreci karşısında o denli şaşkınlar (hele, sönmemiş devlete hizmet heveslerini ‘çetecilik’ ile yatıştırmaya çalışan veli/lerinin, devletin asıl sahibi zinde abiler tarafından ‘TSK bir suç örgütü değildir’ tespiti ile kutsal bağlaşmadan şimdilik emekli addedilmeleri ve ‘Türban meselesine değinmemiz malumu ilandan öteye geçmez,’ yollu açıklamalarından sonra!)
Nihayetinde; 1. Bugün bir kısım ahali, öteki hak ve özgürlüklere konmuş yasakları umursamayıp sere serpe kendi olma hak ve mücadelesini kısıtlayan örtünmeyi bir tür ‘özgürlük iradesi’ olarak benimsiyor ve cemaatinin egemen değerleri içinde bireyselliğini yok sayabiliyorsa; 2. ‘Devletçi/laikçi cemaatçiler’, devletin yanlı tutumu ile kışlalaştırılıp YÖK edilmiş bir üniversiteyi, 301ci ruh ve azimle kışkırtılmış faşist kalabalıkların en temel hak olan ‘yaşama’ hakkını ihlal edişlerini, Kürt sorununu Kürtlerle birlikte yok etmenin siyaset bellenişini, polise ‘niyet okuma ehliyeti’ne binaen adam öldürme görev ve yetkisi tanıyan yasaya tepkisizliği, toplumun inancı ve ibadet pratiklerini hâkim tercihe göre yönetip denetlemeyi iş edinmiş Diyanet İşleri işleyişli laikliği, gayrimüslim azınlığın maddi yaşama olanaklarını bitirmeye soyunan ‘bizdenolacaksaolsunvakıfçılığı’nı, vs. içine sindiriyor ve üniversitede türban yasağının kalkmasıyla laikliğin ve kadınların birey/kendi olma hakkının elden çıkacağından yana feryat figan dertlenebiliyorsa; 3. Daha solda oldukları farz edilenler dahi, neoliberal saldırganlığın egemen sınıfsal duyarlığıyla kurup geliştirdiği bağlaşma metinlerini deşifre edip demokratik sınıfsal/siyasi mücadeleyi inşa etmek yerine ‘saklı şeriat emellerine’ halkı uyandırmayı siyaset biliyor ve o hassasiyetle, şu vakte dek çok çektikleri yasakçı/mütehakkim kültürün (şimdi, beğenmediklerine karşı oynatılmaya çalışılan) yasak sopasından yana tavır alabiliyorlarsa; siyasi İslamcısıyla, ulusalcı-devletçisiyle ve sözde ‘toplumcu’ aydınıyla, topyekûn bir millet, ‘kendi olamama-büyüyememe’ marazı ile malul değil de nedir?
Dahası; çocukluk büyümenin, kendi(liği)ni kurmanın mayası olsa da harcın bir kez daha karıldığı ‘ergenlik’ de yabana atılmamalıdır. Kendi olmak üzere nice savrulmanın yaşandığı bir süreçtir ergenlik. Savrulan, ancak, dayatmacı olmayan, hoşgörülü bir kabul, saygı ve sevgi ile özgürlükçü, varsıl, üretken bir kendilikte toparlar kendini. Üstelik, büyükler de, o savrulanda ve savrulmalarda okuyup anlarlar kendilerini (ve hayatı).
Öyleyse: Ey, çocukluğunu yaşayamamış aziz milletim, her kendi olma hevesinde ‘biz/cileyin’ olmaklığı ihlal edici kötü ‘niyet’ler okuyan ‘yasakçı’ tedrisattan yetişme büyüklerine râm olma; ergenliğini bari yaşa, çocukluğunu yaşayamasan da doya doya. Yaşama korkağı büyüklenmeci marazlı büyüğüm, sen de, örseli çocukluğu ile ergenliğine soyunanlara bi fırsat tanı ama: milleti dayak arsızı etme, testiyi mutlaklaştırma!
Zira: “Gerçekten de, dışlananlar ya da küçümsenenler, kendilerini çok kötü bir konumda gördükleri toplumsal hiyerarşinin dışında kalmanın, kendilerine karşı olanlara kendilerinin niteliksel bir tanımını yaparak karşı koymanın bir yolunu ararlar” (Alain Touraine / Yeni Bir Paradigma).
Bulurlar da valla…
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Dayak Arsızlığına Son!”