Kahraman Romancının Kahramanı
Mart 2008 tarihli Milliyet Sanat dergisinde yayımlanmıştır.
Eleştirmenlerimizden Mahmut Temizyürek andı (Radikal Kitap’taki) yazısında kendi tanıklığını: Bir edebiyat ‘sempozyum’unda, ünlü bir roman kahramanının gizli eşcinselliğini psikanalitik bakışla irdeleyen bir bildiri sunuluyor. Üstelik, -eleştirmen tanığın kanaati o- yazınsal olanla psikanalitik bakışa nesne olan arasındaki sınırın gözetildiği (‘efendiden’ makamında) bir sunum da oluyor -öyle olduğu anlaşılıyor. Hemen ardından sazı alan hâzırundaki romancı bildiri(m)ci ise, -herhalde kendi müstakil icrasına geçmeden- psikanalitik bakışlı kem gözlü bildiricinin haddini bildirme ihtiyacı duyuyor öncelikle: “Ben de bir romancıyım, kahramanlarımın gizli ya da açık eşcinselliğiyle ilgilenen bir çalışma yapılırsa bu beni rahatsız eder” (!).
Nasıl bir âlem imiş tam bilmiyoruz ama adından esinle, ‘belli bir konuda ilgililerin bilgi ve düşüncelerini açıkça (izleyici ahalinin önünde ve makbulü, lafı çevirmeden)’ aktardıkları bir yer olduğuna bakılırsa orasının, ‘romancı’mız şunu mu söylemek istemektedir: ‘Bakınız, ben de bir romancıyım, biz de bu işten ekmek yiyiyoruz. Şimdi, her canı çeken incelemeci ya da eleştirmen kardeşimiz bizim hasbelkader ortaya koyduğumuz kahramanımızın ‘eş’cinsel mahremini de açık edecekse vay hâlimize. El insaf!’. Yani? Kişiliklerin cinsel tercihleri ile de görünmeleri kaçınılmaz olan (‘yaratıcı’ tavrı ile ‘sanat’ kabulü görecek) bu yazınsal dalın erbabı, müstakbel kem gözlü eleştirmen ve incelemecileri insafa mı davet etmektedir? Ya da, mesleğin zahmet ve yıpratıcılığından bahisle, kaçınılmaz -vazife icabı-, cinsellikleri içinde de kurgulanan kişiliklerin (gizli veya açık) teamül dışı cinselliklerinin okurun gözüne sokulmasındaki kadir kıymet bilmezliğe, dahası, -eh, söz konusu sapkınlar metne gökten zembille inmediklerine göre- yazanla yazılan arasındaki râbıtayı anıştırmak suretiyle edilen münasebetsizliğe ve dahi, bunun, ‘hoş karşılanmayacağı’na mı parmak basılmaktadır? (Nedense zihnimi yalayan, hâkim ‘ırk’a aidiyete itibar etmeyenin ilelebet düşman kalacağı uyarısı! Romancısı bu ise, şaşmamalı. ‘Ay, çok uzak!’ demeyin hanımefendi, ‘eril erkin marifetleri’nden söz ediyoruz burada, lütfen kısa kesmeyin.)
Niye yazıyorum peki ben yine bunları? Bir gece kulübünün önünden geçerken gözüme ilişmişti: ‘İçerideki ses şiddeti kalıcı sağırlığa yol açabilir!’ Yüksek perdeden çokça konuşmamak mı lazım yoksa –entelektüel sağırlığa bakılacaksa? Hiçbir şeyin kendi nesnesi ile ilintisine itibar edilmediği köksüz-sapsız, yüzer-gezer bir ülkede yaşamanın telkin ettiği dayanılmaz hafiflik midir, yoksa, kana dokanan? Belki de, yaratıcı yazarlarımızdan Murathan Mungan’ın kalem oynatma ihtiyacı duyduğu benzer kaygıdır aslolan.
Amerikalı karaderili şair Langston Hughes’un, bir yandan hüzün, öte yandan başkaldırısıyla karaderili karatarihe düştüğü izlerden söz ediyordu, Mungan (Radikal İki’de). Beyazların dünyasında -bir siyah olarak- ezilen ırkın yanında durmasını bildiği gibi, siyahların dünyasında ‘kara’ cinselliğini/eşcinselliğini kuşanmasını da bilen Hughes’tan. ‘Heteroseksist (erkek-egemen ‘sol’) muhafazakârlığın’ Hughes’un eşcinselliğini görmezden gelici tavrına işaret ederken şunları söylüyordu: “Günümüzün ‘cinsel politika’ alanında söz alan birçok kuramcısı, ‘yazı’nın cinsiyetinden, işleyişinde içkinleşmiş olan iktidar olgusundan, dokusunda cisimleşen ideolojiden, eril ve dişil yazıdan, cinsel rollerle kimliklendirilmiş dil ve söylem kiplerinden söz edip duruyor”. Öncesinde, yazınsal metne, o metni kuran yazarın ‘gerçek’ cinsel edimselliği üzerinden belirleyici bir değer biçilemese de, metin çözümlemelerinde, metne yansıyan cinsellik yönelimli hattın (ne kadar, nasıl kırılıma uğratılıp görünür kılınabildiğinin, herhalde) ihmal edilemeyeceğini vurguluyor ve şunları ekliyordu, Mungan: “Yazı’nın bu çok yönlü doğasını kabul ettiğiniz anda, ondaki taşıyıcı öğeleri de sorgulamak gerekliliği başlıyor. Bir yazarın, bir şairin dünyasını anlamaya, metnin katmanlarını çözümlemeye çalışırken, onun kişiliğinin bu temel yanını görmezden gelmek, böyle bir şey yokmuş gibi davranmak ya da kasıtlı olarak düpedüz yok saymak sahiden bir çevirmen, eleştirmen, akademisyen tavrı olabilir mi?”
Başlarken andığım nezih tavır (insaflı olmaya çağrı ya da, ‘Bak ben de bozulurum ha!’ yollu erken uyarı) salonda buz gibi bir hava estirmişse de eleştirmenimiz -temizyürekliliği ile olmalı- şunu eklemeyi de esirgemiyor romancımızdan: “ama romancımızın sözlerindeki aşırılaşmış endişenin içinde edebiyat ile öteki disiplinlerin uyumsuzluğunu görmezden gelmenin de anlayışsızlık olacağı, toplantıya katılan birçok kişi tarafından biliniyordu”. Söz konusu sempozyuma katılanların kayda değer bir bölümünün, ‘edebiyat ile öteki disiplinlerin (e, burada ‘psikanaliz’değilse ne?) uyumsuzluğunu’ görmezden gelme anlayışsızlığına düşmeyecekler arasından tedarik edildiğini ya da bu kabil meselelere ilgi duyanların ekseriyetinin öylesi bir ehliyete sahip olduklarını anlıyorum…
E peki, yine bu memlekette yaşayan, ‘yazınsal metne psikanalitik duyarlıklı bakış’ını son çalışması İmgenin Tılsımlı Rüzgârı’na da tutan adamın (içine ilişmesek de) kitap kapağına yazdıklarıyla çıtlattığı psikanaliz neyin nesi oluyor? Şöyle diyor: “Yazınsal bir metni, diyelim, Halid Ziya’nın Mai ve Siyah’ını, başarma, ünlenme, yazarlık sevdası hakkında bir roman olarak okumak, makul bir okuma olabilir”. (Hı, demek okumalar tür tür, yeter ki ‘yordam’ın olsun.) “Aynı romanı, ‘narsisistik yapı’nın görünümlerine ilişkin bir roman olarak okumaksa, doğrudan psikanalitik tavra uygun düşer.” (Demek ki, psikanalitik bilgiyi kurmacada karşılayan örüntüleri bulup çıkarmak da metni ören iplerden birinin ucundan çekmek oluyor –kötü mü?) “Halbuki, ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’, söz konusu metne, narsisistik ‘çatışmalar’ın, ‘imge(lem)sel’ düzlemde ne denli ayrıştırıp görünür kılınabildiği, çokseslilik ve çokkatmanlılık içinde ne denli ‘sorunsallaştırılabildiği’, dolayısıyla, ne ölçüde ve nasıl, ‘yaratma’ düzlemine taşınabildiği merakı ile yaklaşır.” Burada örnek öyle getirdiği için ‘narsisistik’ diye geçenin yerine ‘eşcinselliği’ korsak, peşin peşin huysuzlanan romancımızın ‘endişesini aşırılaştıran’nın ne olduğunu da daha iyi anlamaz mıyız? Ya da, ölçü ‘yaratıcılık’tan yana düşürülecekse, aşırılaşmaya yatkın endişelerle yüzleşmeyi bile göze alamadan, nasıl yazılacak o roman –‘yaratma cesareti’ olmadan?
Gel de hatırlama; aldığı Nobel’i burnundan getirdiğimiz Orhan Pamuk, Frankfurt Kitap Fuarı’nda (2005’te, ‘Barış Ödülü’nü alırken) yaptığı konuşmada şöyle demiyor muydu: “Roman sanatı, sır gibi saklamak istediğimiz utançlarımızı başkalarıyla paylaşabilmenin bizi özgürleştireceğini bana öğretti”. Şimdi, Nobelli romancımız, şu tek cümlesiyle bile, romancılar loncasına katılmaya niyetli olanlara şunları söylemiş olmuyor mu: ‘Hanım ya da bey, efendiler, roman adına kuracağınız metnin ve kurma çabanızın gerçekten ‘yaratıcı’ olması için, metniniz de, ediminiz de ‘sır’/ınızı kazıyıcı, ‘sırları’/nızı görünür kılıcı olmalıdır. Romandaki kişilikler (Pamuk’un, ‘özdeşleşilen öteki’ler olarak andığı, benimse özdeşleşme kısmına tam katılamadığım ötekiler), verili/egemen tercihlere bir kez daha yamanmak ya da onları yeniden üretmek için değil, verili gerçek tavrımıza/bilincimize utanç, vb. olarak yansıyan iç sesimizi kırılımlara uğratıp (çokseslilik içinde) ayrıştırmak, görünür ve (estetik düzlemde) yaşar kılmak için vardır: “Herkesin sandığının, inandığının tersini düşünmeye çalışmanın da kendini özgürleştireceğini bilir romancı. Roman sanatının tarihi, kendimizi bir başkasının yerine koyup, hayal gücümüzle kendimizi değiştirmenin, özgürleştirmenin tarihi olarak da yazılabilir”. İşte, öylece, yazar, ‘çatışma/endişe’leriyle yüzleşir, onları ‘hayal’ hanesinde aşma olanağı bulur ve böylelikle, yaratıcı çabası içinde kendisini özgürleştirirken nice (hayat içre) özgürleşmenin de yüreklendiricisi olur (bu vesileyle ‘toplumcu gerçekçi’ ulemaya da selam edilir!).
Evet; memleket ahvalinden bahisle hatırıma geldi, lakırdımı bari öyle bağlayayım, yukarıda andığım ‘rüzgârcı’ yazar, bir vakit elinizdeki dergiye de kondurmuştu, ilerleyen yaşında sokak başında rastladığı ‘lolita’ ile halvet olamama öfkesini cinai film seyrine durmakla atmaya çalışan Tanpınar’ın ‘yazınsal serüveni’nden ilhamla: “Efendim; kimselerin, ölümün eşiğinde, eşiği atlatıp hayata geçiremediği arzuları, cinai film seyrine durmakla yatıştırmaya çalıştığı öfkesi ilgilendirmiyor beni (yani, mezhebi genişlerdeniz biraz); başta da arz etmiştim, yazar öznenin, bir biçimde şiddetle uç veren ihtiyaçlarını, her türden edeb’sizliğini edeb/iyat içine çekip çekememesi ilgilendiriyor. Diyelim, ‘sağduyunun içine sığdıramadığı duyuları’ var ise … onları, hayatın dışına iteklemek yerine, yaratma serüvenine/yaratısına ne denli dahil edip edemediği, ‘içinin memnu [yasak] mıntıka’ kalıp kalmadığı… ilgilendiriyor -derdimiz, edeb değil; ‘edebiyyat’ yani”.
Bu kadar isabete belki siz de şaşacaksınız ama hayat bu, sanatı taklit etmeden duramıyor, şu ‘rüzgârcı’ yazar, lolitacılıktan bambaşka bir yazma serüveni yaratan Nabokov’dan alıp andığım yazısının da yer aldığı kitabının ta en başına şunları da kondurmamış mı: “Kimi sahtekârlarla kabile büyücülerinin öne sürdüğü üzere sanatsal yaratıcılık ikinci dereceden cinsel nitelikler arasında değildir; tam tersine, cinsellik sanatın el ulağından başka nedir ki?”
Mektuplar’ındaki kendinden bile habersiz, -yeni duymuşçasına- şaşkınlıkla mahrem hayatının dedikodusu sınırları içinde Günlükler’i ile Tanpınar tüketerek (üstelik, yeni öğrendikleri üzerine daha önce -anılan psikanalitik duyarlıkla- yapılmış çalışmalardan da -bile bile- habersiz) günlerini gün edenlerinkinden ya da -kahramanlarına nereden nasıl bakılamayacağını anıp önden rahatsızlık beyan etmek suretiyle- müstakbel eleştirmene hiza vermeye gönül indiren kahraman ‘yazar’larınkinden ne denli farklı bir yazınsal duruş…
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | 1 Comment
Keeρ on ωriting, great job!