Senin Adın Koyu Kırmızı Olsun
Birgün gazetsi ‘Forum’ sayfasında yayımlanmıştır.
Anneannem, rahmetlik, gündelik hayatı kolaylaştırıp güzelleştiren buluşlarla her buluşmasında, diyelim, sıcak yaz günleri soğuk suları ile ferahladığı buzdolabının kapağını her kapatışında, büyük bir saflık ve içtenlikle, buzdolabı denen ‘nimeti’ insanlığa kazandıran muhterem kişinin, Müslümansa bu ve ‘diger’ cihanda (mucitleri anarken, ne hikmetse, ‘ğ’yi tercih etmezdi) ‘nur’ içinde kalmasını, ‘eger ki, Müslüman değil ise’ (tam da bu terkiple!), Rabb’in kendisine Müslümanlık nasip etmesini niyaz ederdi.
Siz bu yazıyı okurken etraf durulmuş, ahlat hikâyeleri zinciri tamamlanmış mıdır, bilemem. Lakin, milletçe Nobel’le imtihana tutulduğumuz o hummalı günlerden bu yana, gündelik hayatta olup bitenleri anlamamızı kolaylaştırıp en azından tahammül edilebilir kılan (henüz daha Müslümanlıkla taçlandıramadığımız) Terry Eagleton’ı, -ziyade nur içinde kalsın her dem- bilhassa da Kuramdan Sonra’sı ile hatırlar oldum: “Kültür kuramı, meta-sorular denilen soruları sıkça sorma alışkanlığına sahiptir. ‘Bu şiir değerli midir?’ sorusunu sormak yerine, ‘Bir şiire iyi ya da kötü derken neyi kastediyoruz?’ diye sorar”.
Şimdi; ey ahali, meziyetleri yasa teminatında yüce Türk milleti, albayım, ‘Nobellendirilmiş Orhan Pamuk Vakası’nda, senin kastın nedir? Meselenin ‘nesnesi’ (yani, yazınsal metnin ta kendisi) ile ilgili ‘iyi-kötü’ keyfindeliğinin dışında, edeceğin bir lakırdı var mıdır? Dahası, Pamuk romanlarının da süzülüp geldiği şu meşum postmodern zamanlarda, meselelerin aslını astarını ayırt etmeye tahammülün, ‘öz’e iltifata hevesin kalmış mıdır?
Dikkat buyurulsun, kitabının ilgili bölümünde, Eagleton, ‘red cephesi’nde saf tutup nesnesini tümden şaşan ‘kuvacı’ türünden değil, nesnesi ile ilişkisini ‘iyi-kötü’ tarzında, keyfilik mihverinde kuranlardan söz etmektedir, ilkin. İhtiyacımız olacağı o nurlu insanın kalbine doğduğundan zahir, şu örneği de lütfedecektir: Efendiler; dinlediğiniz şeyin gerçek bir klarnet konçertosu olduğunu teslimde, yeterince sıkılmışlığınız bir ölçü olamaz (Siz, beşinci sayfada canı sıkılıp elindekini savuran kanaat önderleri!). Öncelikle, bir klarnet konçertosunu yapılandıran maddi koşullar nedir, dinlenen şey o ölçüler etrafında ne kadar ve nasıl şekillenmiştir, onu sorgulamanız icap eder. İşte, Eagleton, yazınsal ya da bir başka tür sanatsal metni, keyfimizin değil, sadede gelip ‘estetik’ değerlendirmenin nesnesi olarak alacaksak, tartımda kullanacak türde ‘kuramsal’ ölçütlere sahip olmamız ve onlar üzerinden konuşmamız gerektiğini hatırlatır, nazikçe.
Şimdi, bu nazik girizgâhtan sonra, ‘Nobellendirilmiş Orhan Pamuk Vakası’nda, BBC’nin de haber değeri yüklediği hiddetle, şrrrak! diye ikiye ayrılmış taraflardan (geri geri adımlarla) dokuz on beş mesafesine çekilelim ve Ronaldinho misali sol omzumuz üzerinden meseleye bakarak atışımızı kullanalım: Kim, o vakte, yazınsal metinle ilişkisini nasıl düzenlemiştir?
Eh, söz konusu hummaya tutuluşumuzun baş müsebbibi Nobel teşkilatı olduğuna göre, önce o yana bakmakta yarar var. Evet, teşkilatın takdir ettiği ödülün adı, ‘Nobel Edebiyat Ödülü’. Demek, kendisini, edebi olanla (örneğimizde, Orhan Pamuk’un romanları ile) sınırlı tutacak. Öyle olmuyor. Olmamış da. Ödül kurumunun yetkilisi, ‘edebiyat’ ödülünü belirlerken, biraz da şaşkınların şaşkınlığını almak niyetine, edebi nesnenin (ve, Alfred Nobel’in, yazardan, “bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade etme” beklentisinin) yanı sıra, edebiyatçının siyasi hal ve gidişini de teraziye vurduklarını, vaziyetin gelenekten olduğunu açıklıyor. Öyleyse atışımızı kullanabiliriz: Nobel Edebiyat Ödülü (salt, yazınsal metni nesne almak -etik ve estetik- anlamında) nesnel bir ‘edebiyat’ ödülü değildir. Keyif kendilerine ait olmakla birlikte, ödülün, baştan ve etraflıca tanımlanıp -tartımda kullanılan dirhemler her ne ise onlar da ada eklenmek suretiyle-, ‘Edebiyat ve … Ödülü’ olarak yeniden düzenlenmesi daha tutarlı olacaktır.
Aynı minval ve hassasiyet üzre, ‘Ermeni soykırımını inkârı yasaklayan Fransız mamülü’ yasa tasarısının Fransız Meclisi’nden geçişiyle incinikliği had safhaya varıp celallenen ‘Kuvayi Reddiye ve Tesanüd Cephesi’ne baktığımızda, meseleyi tartımda, (hiddet, heyecan ve alaka dozu değişik olmakla birlikte) onların da benzer dirhemlerden yararlandıklarını fark ediyoruz. Onlar da meşrepleri uyarınca, ödüllendirilen metinlerin kendisi (ve elbet, arkasındaki ‘yazar’ özne) ile değil; ifade özgürlüğünü kullanışındaki tercih ve ısrarı kendininkilerle bağdaşmayan bir ‘bölücü’ aydın (ki, o ne yapsın öyle aydını!) ve bir ‘emperyal’ ödüllendirici kurumla ilgililer. Bir atış daha: Demek, kantarın topuzu nesnesini şaştı mı, o yana da kaçabiliyor, bu yana da (ama o kadar ama bu kadar).
Modern sonrası zamanlarda, sol siyasetin, küreselleşen sağ karşısında, kitlelerin (sınıfsal/küresel duyarlıklı) pratiğinde somutlaşmak yerine, ‘belli’ kişilerin sağda-solda yaptıkları açıklamalara indirgenişiyle yaşanan muhalif topuz oynaklığına girmek istemiyorum. Yazarın kendisi, okurun ya da eleştirmenin doğrudan yazınsal metni esas almasına ne kadar ön ayak olmaktadır, onu sorgulamak istiyorum, nesnemi şaşmamak adına. Ve atışımı, gerçek (‘real’) Orhan Pamuk yazar tutumunu da betimleyen, bir vakitki hissiyatımdan (Radikal İki, haziran 2001) alıntılayarak kullanmak istiyorum: “[B]ildik bir romancı (roman denilince herkesçe hatırlanmaları farz kılınan birileri mi demeli?) yeni bir roman mı yazdı, hemen kapısına abanılıyor (abanmak fuzuli, o zaten eşikte sizi beklemekte!), soruluyor: ‘Yeni romanınızda bize ne anlatmak istiyorsunuz, muradınız nedir?’ Onun da içinde bir küçük dal olsun, ‘çıt!’ etmiyor. (Çıt: ‘Çocuklar ben bu romanı kendimi dinlemek, kendimi kendime dillendirmek için yazdım; şu fani hayatta, kendime kendimden anlamlar biçtim. Burası biçki-dikiş kursu değil! Gönlünüz çekiyorsa, alın romanı, çekilin evinize, kendinize mahsus anlamı kendiniz biçin!) Yok hayır, o ‘çıt!’ çıkmıyor. Öylesi narin bir dal nerede; çıka çıka, hangi gazeteye, hangi dergiye elinizi atsanız, hangi televizyon kanalına uzansanız karşınıza bizzat kendisi çıkıveriyor; çıkmak ne kelime, son romanında neyi-nasıl-neden anlattığına dair malumatı kendisi naklediveriyor. Bre aman! deyip kendinizi sokağa atsanız, boy boy-sıram sıram duvar ilanları ile (ille de suretiyle birlik!) yolunuza yeksan oluyor, mübarek, sizinle gidiyor sizinle geliyor”. Öyleyse; fevkalade mahrem olması beklenen yaratma sürecinde neler neler ettiğini izahtan geri durmayan, bir yazar olarak önem ve kıymetini yazınsal metnin dışında kurmaya gönül indirenler, metnin üstünden atlayarak değer biçme pervasızlığı gösterenlere şaşmalı mıdır? O vakit, barajdan dönebilecek topa şöyle bir kafa çakmayı da tahayyül etmiş idim: “Her şeyin metalaştırıldığı şu çivisi çıkık dünyada, yazarlık/yaratıcılık da farklı bir duruşu ilham etmeyecekse, bunca yazılan/yaratılan ne işe yarar?”.
Evet; ödülcü teşkilat dedik, ‘biz’den bir şey katamadığı her şeye ‘yabancı cisim’ muamelesi çeken ‘reddiyeciler’ dedik, metnin omuz başında poza duran yazar tavrı dedik. Eh, sondan bir önceki atışımızı da ‘eleştiri cephesi’nden doğru yapalım bari; rahmetli anneannemin Rabb’ine ve izninize sığınarak: Herkesin, nesnesini şaşmak, her türden dünyevi çiviyi çürük diş misali ‘laçkasimulakralaştırmak’ azmiyle el ele verdiği şu janjanlı âlemde kuramsal ölçütlerini kuşanıp (epey kıllı ve hantal kaçacak gövdesi ile!) yazınsal metin eleştirisine soyunmaya niyetlenecek eleştirmen ne yapsın? Değerin dilini atlayıp piyasanın dilini kuşanan tüm atlılar, atları postmodern kanatlılar, toz duman, Üsküdar’a yolu tutmuş iken… garibime dönüp de kim baksın?
Böylece efendim, derdimizi döküp muhalefet kaydımızı düştükten sonra, son atışımızı da kullanalım: Bizlere, içinden Nobel geçen bir dilde tartışma olanağı sağlayıp ‘haklı’ kıskançlıklarımızı şükran duygusuna dönüştürme şansı tanıdığın için teşekkürler Orhan Pamuk. Senin adın bundan böyle ‘Koyu Kırmızı’ olsun. Ödülünü alırken bizim tarafa da, ‘Sarıııı’ diye seslenmeyi unutma sakın.
… diyordum ki, ödülünü almadan önce, küresel kameranın alıcı gözü sıram sıram dizildiğiniz o ön koltuklarda senin üzerine düştüğünde hani, bizim tarafa bir göz kırpıverdin ya, o bile heveslendirdi bizleri öteki renkleri kurmaya.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Senin Adın Koyu Kırmızı Olsun”