‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Göç ve Kendilik

16Eki10

Birikim dergisinde yayımlanmıştır (Ağustos-Eylül, 2010). 

 

 

 

“iki parçayım

bir yanım geçmişe bakar

öte yanım denize doğru

sırtım bir veda ile yanar

göğsüm özlemle dolu” (*)

Türkiye toplumunun yakın tarihine baktığımızda, ‘göç’ olgusunu, öncelikle ‘kimlik/ler’ üzerinden okumaya ayartılırız. Ancak, ‘toplumsal’ nitelliği içinde göçle aramıza ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’ın merceğini yerleştirdiğimizde, son kertede, kimlik/ler değil –hatta, onlar üzerinden- ‘kendilik/ler’in belirleyici olduğu dikkatimizi çekecektir. Evet; ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Göç ve Kendilik: Bireysel olanla, ‘toplumsal/nesnel’ olanın somut kesişim noktası ya da ‘toplumsal/tarihsel’ akışın ‘öznel(l)eşim’ durakları olmak anlamında kendilik -ve göç.

Varoluşsal edimsellikse tartımımız, ayırt edeceğimiz yine o: Göç dahil, tüm toplumsal edimlerimizi, ‘kendiliğimiz’ üzerinden yaşarız. Bir başka deyişle, her toplumsal edimsellik – edimin nesnesi üzerinden- kendi olma hâlimizi icra ettiğimiz ve o bağlamda, kendiliksel uyum, değişim ve dönüşüm süreçlerini yaşadığımız/deneyimlediğimiz var/oluşsal eylemliliklerimizdir.

Kim olduğumuz sorusuna (ya da arayışına) bir yanıt olarak seçtiğimiz ve benzerleri ile birlikte kim/lik dağarımıza kattığımız tüm öğeler de, kendiliğin meşrebinden istifade ve tornasından geçmek suretiyle varoluşsallığın bünyesine yazılır, kendiliğin metnini yeniden kurarlar. Örneklersek; benim hangi milletten, hangi dinden, dilden, cinsiyetten olduğum, hangi takımı tuttuğum, sağcı ya da solcu oluşum, bir başına benim ‘ne’ olduğumu tanımlamaz. Esasta ne olduğumu tanımlayan, saydığım ‘kimliksel’ unsurlar ve benzerleri ile ‘nasıl’ bir ilişki kurduğum, onları, kendi olma hâlime dönüştürürken (yani, onları kendilikselleştirirken) ne tür işlemlerden geçirdiğimdir. Bir başka deyişle, ‘kim/lerden’ olduğum değil, ‘kendimi nasıl kurduğum’dan menkuldür, ‘ne’ olduğum (ki, eleştirel nesnelliğin tüm ‘siyasi’ edimleri sözlüye çekeceği hat da oradan geçecektir –geçelim).

Demek ki, kendilik, -tüm bilinçdışı uzantıları ile birlikte- kendi olma hâlimiz, kendimizi gerçekleştirişimiz, var/oluşsal hakikat ve hikmetimizdir. Kimlikle ilişkisi içinde yinelersek, kimlikleri (kimliksel öğeleri) kendiliksel değerlere dönüştüren bir yapı ve işleyiştir, kendilik (bkz. Notlar/ 1). Öyleyse, şimdi, bir adım daha atalım ve göç ve kendilik münasebetini irdeleyelim.

 

                 1/ ‘Göç’ ve ‘kendilik’ arası kesişim/örtüşümler

 

‘Notlar/ 1’in de pekiştirici katkısı ile, kendilik ya da verili kendi olma hâlinin, dünya ile ilişkimiz içinde devinen, değişip dönüşen bir oluş; kişinin, hareket hâlindeki –öznel- tarihçesi; dış dünya ile teması ve hemhâl oluşu bağlamında bir ruh-içi yolculuk, ‘intrapsişik’ bir göç hikâyesi olduğunu anlıyoruz. Eh, toplumsal nitelikli bildik göçler de, belli bir yerleşim/yaşama alanından bir başkasına doğru –kendiliksel yüklerle birlikte- yaşanan bir yolculuk değil midir? İşte size, göç ve kendilik arasında, ‘hareketlilik/yolculuk’ üzerinden yaşanan temel bir kesişim –ya da, örtüşüm.

Dahası var; toplumsal nitelikli göçte, ait olduğumuz mekânları, sevdiklerimizi ve kültür coğrafyasını terk eder, yeni olanın içine yerleşmeye çalışırız. Demek ki, göç, -anılan hareketlilik sürecinde- öncelikle, bir, terk/kayıp ve o bağlamda yaşananların –kendiliksel düzlemde- hâle-yola konulma deneyimidir. Bir ruh-içi yolculuk olarak tanımladığımız ‘kendilik/sel’ kuruluşun da, erken nesne ilişkileri ile başlayan, dönüşe dönüşe öteki kendiliksel duraklara akan bir süreç olduğunu; her dönüşümün, eski nesne ilişkileri ve doyum yollarını geride bırakmayı ve başka ilişki evrenlerine yerleşmeyi göze almak anlamına geldiğini hesaba katarsak, göç ve kendilik arasındaki ikinci temel örtüşümü –ya da, kesişimi- yakalarız: ‘terk/kayıp’.

Her terk/kayıp, kaçınılmaz, bir, ‘yas’ yaşantısını; yitirilenle ilgili, bir, ‘yas çalışmasını’ davet eder. İşte; toplumsal nitelikli ve ruh-içi göçler arasındaki nihai kesişim/örtüşüm. Her iki göçte de, göçün selamet ve mürüvvetini (yani, yas çalışmasının encamını) tayin eden, göçerin öznel/kendiliksel koşulları ile varılan yerde onu karşılayan nesnel koşullardır. Öyleyse, şimdi de, ruh-içi göçün nasıl yaşandığına, kendiliksel yapılanma yolculuğunun hangi duraklardan geçtiğine daha bir yakından bakalım ve sonra, toplumsal göçlerin nesnel koşulları ile karşılaşmaları içinde söz konusu kendiliksel hikâyelerin nerelere evrildiğini, evrilebileceğini anlamaya çalışalım.

2/ Ruh-içi göçler

Kendilik kuruluş ve gelişimine baktığımız zaman, bir ruhsal gelişim evresinden diğerine hareketlilik, yani, bir, ruhsal evren değişikliği yaşanmadan, kendilik sahibi –hele hele ‘kemâliyye’ (1) mertebesinde bir insan- olmanın mümkün olmadığını görürüz.

Dahası, -baştan alırsak eğer- kendilik gelişimi hakkında fikir yormakta olduğumuz insan yavrusunun anne karnındaki yerini bulması için, öncelikle, erkek ve dişi eşey hücrelerinin kendi yurtlarını terk edip ilk buluşma yerine doğru hareket etmeleri gerektiğini biliyoruz. Kaldı ki, onların da yerlerinden olup buluşabilmeleri, müstakbel anne-babanın birbirlerine doğru yola çıkmalarını, yani, bir tür bireylerarası göçü gerektirmektedir.

Geldik anne karnına; oradan da, ‘vakt-i kerâhet’e (2) erişildiğinde göçmek, ana karnı dışındaki dünyaya doğru yol almak kaçınılmazdır. Gelinen yer, ana kucağı ve memesidir. Bir bakıma, ana karnındaki ‘ekmek elden, su gölden’ yaşantının dış dünyadaki devamı gibidir. Ekmek ve suyun tedariki –annenin, annelik niteliği ile bağlantılı olarak- öylesine cennetsi bir vasatta yaşanmaktadır ki, çocuk, ihtiyaçları üzerinden kendini sunan bir evreni –neredeyse- kendi arzularının yarattığı ‘büyülü’ bir dünya (‘subjektif omnipotens’) olarak yaşamaktadır. Buna, Margaret S. Mahler’in, ‘otistik-simbiyotik’ evre dediğini biliyoruz (ilk 2 ayı, otistik, 2-4 ay arası, simbiyotik [ortakyaşamsal] evre olmak üzere) -çocuğun, kendisi ile kendisi olmayanı ayırt edemediği bir varoluş. Fakat, kendini kendi dışındaki dünyaya, ötekilere, ötekilerin dünyasına katmak, ancak, o cennetten de kendini kovdurmakla (dünyevi öteki tatlara uzanmakla) mümkün (Âdem’le Havva’nın cennetten kovuluş hikâyesi de farklı değildir zaten [3]). Tabii, bütün bunları koşullayanın, bedensel/zihinsel değişimler, yetkinleşmeler ve onların üzerinden gelişen ihtiyaçlar olduğunu da unutmayalım.

Sonrası, bildiğimiz işler: çocuğun, ‘ben’ ve ‘ben-olmayan’ı ayırt edemediği cennetsi evrenden, ‘özerkleşme’ye doğru yol alması. Bir tür, kendi olmaya doğru göç: ‘Separation-individuation’, yani, ‘ayrılma-bireyleşme’ evresi (hemen hemen, bir yaşına, 13-16 aylık olana dek yaşanan süreç). O arada, annenin evreninden, başkalarının evrenine doğru yol alışta yaşanan gel-gitler de var: ‘rapprochement’ nitelikli yaşantılar (D. W. Winnicot’ın ‘geçiş nesneleri’, Vamık Volkan’ın ‘bağlantı nesneleri’ kavramlarını da hatırlayalım). Ve nihayetinde varılan yer, ötekilerin evreni, kendini kattığı ötekiler, kendini katarken kendine kattığı ötekiler –sonsuz (elbet, ruh-içi göçerlik ehliyeti ile olanaklı) bireyleşme/birey olma serüveni (4).

Hepimizin bildiği bu hikâye, en başta –psikanalizin kurucusu- Sigmund Freud tarafından ele alınmıştır. O da, ‘ruhsal-cinsel gelişim evreleri’nden (‘oral-anal-fallik/genital’ evrelerden) ya da ‘otoerotik-narsisistik-nesneye yönelim’ evrelerinden söz eder (her ne kadar, işin nesne boyutu, kendisinden sonra katkı sunan ‘nesne ve nesne ilişkileri’ kuramcıları tarafından tahkim edilmişse de). Tabii, burada da tanık olduğumuz hikâye, çocuğun, içgüdüsel ihtiyaçları üzerinden kurduğu ‘dürtüsel’ talepler ve onlar uyarınca kendi bedeni ve dış dünyaya yönelimleri çerçevesinde yaşantıladıklarıyla kendilik ve öteki algısını/alımlayışını yapılandırışıdır.

Bu noktada –kabaca da olsa-, Freud’un, sevgi-nefret diyalektiğini kurama aktarışındaki görece gecikmişliğin ve doğuştan itibaren, belirsiz, bütünlükten yoksun -ve zımnen- yaşantılansa da, bir ‘nesne’ dünyasının muhataplığını kabule dair ihmalkârlığının, bütünlüklü kendilik ve nesne alımlayışı öncesi -sevgi ve nefret bağlamında yaşanan- ‘erken dönem nesne ilişkileri’ kavrayışında bir eksiklik yarattığını belirtmeliyiz. (Kuşkusuz, ele aldığımız meselede kurucu niteliği olan, Freud’un, Yas ve Melankoli [5] isimli çalışmasını da [‘ideal ben-ben/lik ideali’], unutmayalım ve nesne ilişkileri açılımını başlatan Melanie Klein’ı ve sonrasında geliştirici katkılar sunan Otto F. Kernberg dahil çok sayıdaki psikanalisti de analım bu arada [6]) Halbuki, o döneme ilişkin nesne ilişkileri kuramcılarının ortaya koydukları, bir, ‘öteki’ ile –dış gerçeklikle- karşılaşma deneyiminin hangi savunmalardan geçilerek yaşandığını anlatır bize -ya da, daha sonraki, öteki/dış gerçeklik karşılaşmalarında yaşanan kırılmalarla gerileyip (‘regression’) sığınılan savunmaların/tepkilerin neler olabileceğini.

Örneğin, Klein, yaşamın ilk 4 ayı için tanımladığı ‘paranoid-şizoid evre’nin, ‘bölme’ (‘splitting’) savunusu etrafında yaşandığını ortaya koyacaktır. Kendi meselemiz itibarıyla anlamı şudur: Bebek, bir ilk öteki deneyimi olarak yaşantıladığı ‘meme’ ile ilişkide, aynı memeyi, yaşadığı doyum/kaygı bağlamında, birbirinden tümüyle ayrı, ‘iyi’ ve ‘kötü’ meme olarak alımlayacaktır. Bunun da bedeli, bütünlüklü bir dış nesne/gerçeklik ve kendilik alımlayışından (iyi ve kötüyü aynı nesnenin şahsında birleştirip bağdaştırabilme yetisinden) yoksunluktur –ama o evreden geçilmesi de kaçınılmazdır, önemli olan orada takılmamaktır. Kernberg ve diğer nesne ilişkileri kuramcılarının da ortaya koyacağı gibi, ‘primitif (ilkel) dissosiyasyon, projektif identifikasyon (yansıtmalı özdeşim/ilkel yansıtma biçimleri), ilkel idealizasyon (yüceleştirme)/devalüasyon (değersizleştirme), yadsıma, omnipotens (tümgüçlülük)’ gibi savunmalar, bu dönemde muhtaç olunan savunmalardır.

Görüldüğü üzere, kendiliksel gelişim ya da kendi olma serüveni, bizi kuşatan nesneler dünyası ile hemhal oluşumuz içinde yaşanan bir ruh-içi göç yaşantısıdır. Büyümek, ötekilerin dünyasında özerk birer birey olarak yerimizi alabilmemiz için şart olan bir yaşantı.

İşte, bu serüveni yoklamak, bize, bütünlükten yoksun bir kendilik ve nesne alımlayışından bütünlüklü olana erişip erişelemediğinin yanı sıra, toplumsal nitelikli göç sonucu girilen yeni varoluş evreninde, kişinin kendiliğini yeniden yapılandırma/uyumlandırma yeterliliğini tartma olanağı kazandırır. (7)

Bir başka deyişle, böylesi bir kuramsal kavrayış, bize, bir yandan, yeterince ve uygunca aşılıp geçilmemiş erken dönem nesne ilişkileri yaşantılarının kendiliğin kuruluşunda –olumsuz anlamda- nasıl belirleyici olduğunu anlama; diğer yandan da, yabancı/öteki ile ilişkide, ötekiliği, kendimize sindirip yeni bir kendilik evrenine kendimizi taşıyabilme yeterliliğimiz (ruhsal/kendiliksel göç gelişkinliği) ile gerilerdeki ilksel başa çıkma yollarına kendimizi/kendiliğimizi vuruşumuz (gerilemeci/regresif tavır) arasındaki farkı ayrıştırma olanağını da verecektir.

 

3/ Öznel (kendiliksel) koşullarla göçün nesnel koşullarının karşılaşması ve ‘yas çalışması’

 

Toplumsal nitelikli ve ruh-içi göç yollarının hayat içinde kesiştiği noktaya bir kez daha bakalım. Ruh-içi göçte, gelinen durakta yaşananlar, nasıl, bir önceki durakta (ruhsal gelişim evresinde) neler yaşadığımız ve gelinen durakta bizi hangi imkânların beklediği ile alakalı ise, toplumsal nitelikli göçte yaşananlar da, göç edilen yere hangi kendiliksel mirasla, nasıl bir kendi olma hikâyesi içinden yürüyüp geldiğimiz ve bizi, orada, hangi, kendi olma imkânlarının kuşattığı ile alakalıdır. Göçün/göçülen yerin nesnel koşulları diyebileceğimiz şeylerdir bu imkânlar: göçün geçiciliği/kalıcılığı, bir ön hazırlığın ve geride bırakılanları ziyaret etme olanağının olup olmayışı, göç edilen yaş, mesleki devamlılık, iki kültür arasındaki örtüşüm düzeyi, göçülen kültürün kabul edicilik niteliği, vb. Dolayısıyla, -öznel ve nesnel koşulların karşılaşması ile- göç sonrası yaşananlar da, ya kendi olma zenginliğine dayalı, bir tür, kendini yeniden var etme gelişkinliği ya da kendi olma serüvenindeki daha korumalı duraklara –var olma biçimlerine- rücu etme (gerileme) tarzında olacaktır.

İşte burada, ‘yas tutma/yas çalışması yapabilme’ sorununa geliyoruz. Yukarıda andığım, ruh-içi evrelerarası yolculuk da, aslında, bir tür, geride kalan nesne ilişkileri evreniyle ilgili yas çalışması süreçleridir. Geride bırakılanın olumlu katkıları ile bir sonraki evreye doğru yol alabilmişsek (yani, uygun bir yas çalışması yapabilmişsek), geride kalana takılmadan (‘fixation’ dediğimiz şey) yolumuza devam eder, yenide eskiyi bir katkı olarak içselleştirmiş oluruz. Terk etmek yası davet eder ama terk edilenden kendimize kattıklarımız, bizi, yeni varoluş evrenine hazırlar. Yaşamın hakikati ile yüzleşebilme ve büyüyüp gelişebilme açılımıdır bu.

Toplumsal nitelikli göçlerde yaşananın niteliği de, ruh-içi göçte belli evrelerin geride bırakılışında olduğu üzere, içinden geçerek kendimizi kurduğumuz bir yaşam alanını terk edişle ilgili yas çalışmasını hangi düzeyde gerçekleştirebildiğimizle alakalıdır. Göçün gerçekliğini nasıl yaşıyoruz: Geride bıraktığımıza bizi geriletecek kaçışlarla mı, yoksa, uygun bir yas çalışması sonucu, gelinen yerde bulduklarımızla oraya taşıdıklarımızı buluşturup kendiliğimizi geliştirerek mi? Bütün mesele budur. (8)

Öteki evrenle karşılaşmanın yarattığı iç-çatışma, gerilemeli kaçış hallerinde, kendiliği oluşturan (kendiliksel) değerleri ölçüsüzce yüceleştirme/idealizasyon (olduğundan ziyade soy-sop düşkünü, milliyetçi, dindar kesilme, vb.) ya da, yeni katılınan dünyayı mutlaklaştırıp yüceltirken kendininkini alabildiğine değersizleştirme/devalüasyon yaşantıları ile savuşturulmaya çalışılabilir örneğin (Helene Deutsch ve ‘as if’ kişiliği anımsarız burada [9]). Gelişime açık, bir, ‘biz’ ortak alanı oluşturmak yerine, sen-ben mutlaklaştırımı ağır basabilir. Uygun bir mesafe ve uygun bir gerçeklik kabulü üzerinden öteki evrenle ilişkiye geçmek yerine, ilkel yansıtmalar/düşmansılıklar/yadsıyışlar girebilir devreye. Ya da, ileriye dönük umudu muhafaza etmek yerine, ruhsal çökkünlük, ‘nostalji’ (yurtsama) halleri belirleyici olabilir.

 

4/ Toplumsal nitelikli göçler

Doğal yıkımların kaçınılmaz kıldığı yer değiştirmeleri bir yana koyarsak, ‘meşru’ bir ihtiyaç algısından kaynaklanan yer değiştirmelerin, ‘modernliğin/ sanayi toplumunun’, emek arzı ve talebi (istihdam) koşullarının isteklendirdiği ya da dayattığı göçler olduğunu söyleyebiliriz. Burada, meşruiyet ya da yer değiştirmelerle ilgili ihtiyacın, bir, dışsal ‘zor’ üzerinden değil, hayatı belirleyen hâkim toplumsal (üretim-ilişkisel) kabuller üzerinden şekillenmiş olması tanımlayıcıdır. Moderniteye bağlı göçler, -insani zeminde- meşruiyetini öylece tesis etmiş tecrübeler olarak ele alınmalıdır: Basit, geçim kaygılı kaçınılmazlıklardan, -becerilerini hayatın yüksek kabulüne sunmak üzere- takdir sahibi kültür ortamına kendini takdim etmeye kadar uzanan bir yelpaze dahilinde. Demek ki, toplumsal nitelikli göç deyince, bir uçta hayatın örtük ya da tırnak içinde meşru zoru (‘rıza/razı olma hâli’), bir diğer uçta da, -yine, modernitenin (ulusdevletleşme sürecinin) cilvelerinden olmak üzere- ‘devletin açık zoru’/zorlaması ile yaşanan yer değiştirmeleri anlayacağız. (10) Varoluşsal özgürlük/özerklik istencimizle hayata kattığımız göçerliğinse, -modern sonrasının- ‘gönüllülük’ hanesine yazılması uygun olur.

a/ Modernitenin davet ettiği göçler

Cumhuriyet Türkiyesinde -40’ların ortalarından itibaren yaşanmaya başlayan ‘kentleşme’ye bağlı göçleri ve -60’larda başlayan ‘yurtdışına işçi göçleri’ni, modernitenin meşruiyet tırnağına alınabilecek örnekler olarak bir yana korsak, 16. yy.’dan itibaren merkezi otokratik yapının buyurduğu ya da ‘Balkanlaşma’ (toprak kaybı) sürecinde yaşanan nüfussal yer değiştirmelerin, İttihad Terakki Fırkası baskısı sonucu Ege’den Rumların bir bölümünün göçe itilmesi gibi örneklerin, Ermeni tehcirinin, Lozan sonrası mübadelelerin, Kürt aşiretlerinin yerleşim ve yaşam alanlarına müdahalelerin, yani ‘devlet’in ya da ‘ulus-devletleşme’ süreçlerinin zorunun hâkim, genel anlamda, -gönüllülük/rıza ölçüleri dışında- ‘sürgün’ niteliğinde olguların baskın olduğu bir Osmanlı-Cumhuriyet Türkiyesi gerçeği ile karşı karşıya kalırız.

Evet; göçün nasıl yaşandığı, kendiliksel yansımalarının ne olduğu, modernitenin –‘meşruiyetinin’- koşulladığı göçler kapsamında -psikanalitik birikimin ışığında- tartışılabilir ya da, göçün kuşatıcı nesnel koşullarının (az önce andığım, göçün kalıcılığı, ön hazırlık imkânı, geride bırakılanları ziyaret ve iletişim olanağı, göç edilen yaş, mesleki devamlılık, iki kültür arasındaki örtüşüm düzeyi, göçülen kültürün kabul edicilik niteliği, …-nin) göç yaşantısı ve yas sürecindeki etkileri tartışılabilir; ancak, herhangi bir ön hazırlığın ve geri dönüş olanağının olmadığı, telafisi imkânsız kayıplarla yaşanan sürgünler, öncelikle, ‘insani trajediler’ olarak anlaşılmaya muhtaçtır. (Bkz., Notlar/ 2.)

Sürgünler bağlamında yaşanan insani trajedilerin iki bacağı olduğunu unutmayalım:

Birincisi, doğrudan mağduriyeti yaşayanlar, yani, devlet zoru ile yerinden-yurdundan-kültürel ve insani coğrafyalarından sürülenlerin, terk etmek zorunda bırakıldıklarına yani kayıplarına dair nasıl bir yas çalışması yapabilecekleri meselesi (ki, çok zor ve -başta mağdur edenler soyundan gelenler olmak üzere- insanlık ailesinin onarıcı desteği olmaksızın olanaksız);

İkincisi de, kendi ile birlikte aynı coğrafyaya dahil olanın sürülüp kendinden alınmasını, geride kalanın nasıl bir kendi olma sorunu olarak yaşadığı, ötekinin kaybını/kaybettirilişini nasıl/ne ölçüde bir yas çalışmasına dönüştürebildiği, bir başka boyutta ise, kaybettiren devlet gücü/zoru ile kendi olmanın münasebetini nasıl tesis ettiği. Bu ikinci bacakta yaşananların –baskın Türklük aidiyeti içinde- unutuşlar/bastırmalar, görmezden gelmeler, gerekçelendirmeler, yetmediği yerde, ilkel yansıtmalar/düşmansılıklar (‘Türk’e Türk’ten başka dost olmadığı, biz aidiyetini ihlal edici bölücülerin her dem hazır ve nazır olduğu inancı’, vs.) ile ödenen ‘kendiliksel maluliyet’ bedeli ile ne kadar önemli olduğu herhalde izaha muhtaç değildir. En yakınımızdaki Kürt sorununa ve Ermeni meselesine bakışımız, devletle ilişkilerimiz, askeri bürokratik vesayete ve müdahalelere (sivil-demokratik hayat kaybına) ve tonla katliama yaklaşımımız, heyet-i umumiyesi ile ‘kurucu ideoloji’ dediğimiz zihniyet ve marifetleri ile nasıl yüzleşebildiğimiz, vs. hep bu ikinci bacakla alakalıdır.

Dahası; ‘Bir daha asla!’ diyebilmek için, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yezidilerin ortak hayat alanlarımızdan koparılıp alınmalarına, son otuz yıldır süren savaşla yerlerinden-yurtlarından-dillerinden sürgün edilen Kürt halkının yaşadığı acılara, duygudaşlık, halden anlayıcılık ve sorumlulukla yaklaşamamanın bir tür kendilik marazı ve söz konusu tasarrufları kendiliksel yapı taşına dönüştüren kurucu zihniyet erbabı ve takipçilerinin marifeti olduğunun altı da ısrarla çizilmelidir. (Bkz., Notlar/ 3 ve 4.)

 

Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’nun somut (toprakların bir yüzyıl içinde %90’ı yitirilmiş, Anadolu’nun nüfusu [1912-1922 arası] 17.5 milyondan 12 milyona inmiştir) ve imgesel kaybının ve 1839’la başlayıp Cumhuriyet’le ayyuka çıkan ‘Batılılaşma’ üzerinden yaşanan kültürel zeminli kayıpların da uygun yas sürecine tâbi tutulmadan üzerinden atlanan nisyan katmanları olduğu hatırda tutulmalıdır.

b/ Varoluşsal özerklik/özgürlük ekseninde göç

 

Halbuki, evvel emirde bir mağduriyet vesilesi olarak andığımız göçün, ‘varoluşsal özerklik’ kaygısı ile bakıldığında, belli bir yere-yurda bağımlılığın aşılması, küresel/ulus-ötesi varoluşsallık (ve ne yazık, yakalayamadığımız bir insani yolculuk) adına sahiplenilmesi, o anlamda, bir, evrensel özgürlük ve demokrasi talebi olarak değerlendirilmesi de kaçınılmazdır (ki, bu arada, Spinoza’yı da, Gilles Deleuze’ü de rahmetle analım).

Ve hemen onunla birlikte, elbet –ki, bizim için fevkalade elzem- bir ‘zihinsel’ evre(n)den ötekine doğru insanın kendini aşabilmesinin, bir, göçerlik gelişkinliği olduğunun da altını koyu koyu çizmeyi ihmal etmeyelim. (Bkz., Notlar/ 5.)

 

 

 

 

 

 

                  Notlar

 

                 

                  1/ Kendilik’e (‘self’) dair

Öncelikle, ‘kendilik’i, ‘benlik’ karşılığı kullandığımı ve her ikisinin de ‘self’in karşılığı olduğunu belirtmeliyim. Bir ruhsal aygıt bölümü olarak ‘ben’in, yerleştiği yer anlamında, ‘benlik’ de fena değil; lakin, ‘kendilik/li, kendilik/siz’ gibi kullanımları üzerinden, ‘kendilik’in bana daha çok şey anlattığını düşünüyorum.

 

Bilindiği üzere, bir ‘ben’ vardır, ‘id’ ile ‘üstben’ arasında. Peki, ‘ben/lik’ (kendi/lik) ne ola? Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, ruhsal aygıtı, önce, ‘bilinçdışı-bilinçöncesi-bilinç’ olarak bölümledi, daha sonra da (1923), ‘yapısal’ anlayışla, ‘id-ben-üstben’i tanımladı. Psikanalizin temel önermelerinden bir diğeri de, ‘narsisizm’dir -kişinin libidinal yatırımının kendisine olması anlamında. Kendisi, dediğimiz, ilk adımda, ben. Öyleyse, soru şu olmalı: İd-ben-üstben bağlamında bir ruhsal öğe olan ben ile narsisistik yatırımın nesnesi olan ben arasındaki ayrım nedir –ya da böyle bir ayrım gözetilmeli midir?

Freud’un, işin başından itibaren –zımnen de olsa- mesele ile ilgili olduğunu söyleyen Laplanche ve Pontalis, ben ve savunma düzeneklerini çözümleme çabasının öne çıktığı 1920’lerde de söz konusu ilginin sürdüğünü ifade eder. Bu yazarlara göre, Freudcu kuram açısından, ‘kişi’ (‘person’) olarak ben ile ruhsal bir öğe olmak anlamındaki ben arasında mutlak bir farklılıktan söz etmek doğru olmaz. Olsa olsa, ikisi arasındaki karşılıklı etkileşmenin belirlediği, bir, ‘ben sorunsalı çekirdeği’ anılabilir.

Diğer birçok yazar ise, çekirdeksi falan değil, düpedüz kavramsal derinlikte bir ayırımı gözetir. Doğrusu, bana da öyle geliyor, hayatla sıcak teması içinde –her türlü derinliği ile- neyse işte o olan adamdan ‘ben’ diye söz etmek kuru ve yetersiz geliyor (ancak olgu sunumlarının ‘bilimsel’ dilinde gidebilir). Heinz Hartmann’ın şu değinisi de yabana atılır gibi değildir: ‘Tamam, bir yatırımdan söz ediyoruz ama bir kere narsisizm ahvali, benin değil, benliğin yatırımlandırılmasıdır (‘cathexis’) –ki, yatırımlanan şeyin id/üstben uzantılarını da hesaba katabilelim’. 

İlgi alanının merkezine, ‘narsisistik kişilik bozuklukları’nı, dolayısıyla da, kendiliğin yapılanışını, sorunlu kendiliğin çözümlenmesi ve yeniden yapılandırılması meselelerini yerleştiren Heinz Kohut da, eksik, kırılgan, hasarlı varoluşun tanınması, anlaşılması ve bütünlüklü olarak yeniden yapılandırılması kaygılarının ‘kendilik’ kavrayışına ihtiyaç duyduğunu vurgulayacaktır. Ona göre de, kendilik, zihinsel/ruhsal aygıtın bir içeriğidir ama onun –ben gibi- bir ‘kurumu’ değildir. Bir tortu, bir çekirdek (ya da bir gizilgüç) kıvamında bile olsa, doğumdan itibaren vardır ve -eğer gereksinimleri karşılanırsa- giderek bütünlüklü bir yapıya erişecektir. Kohut, böylelikle, parçalı beden imgeleri ve zihinsel işlevler üzerinden kurulu kendilik çekirdeklerinden ibaret ‘oto-erotik evre’den, söz konusu parçalı yapının birleştiği ve kendiliğin bütünlüklü  kuruluşunun gerçekleştiği narsisistik evreye dek uzanan bir süreçten söz etmiş olacaktır. (11)

2/ Göçlerimize dair

16. yy. ve sonrasında, Osmanlı’da, toprağa bağlı üretimin ve onun üzerinden gelişen askeri yapılanmanın denetlenip düzenlenmesi esasına dayalı otokratik düzen nüfus hareketleri üzerinde de belirleyici olmuştur. Öte yandan, imparatorluğun dirlik-düzeni açısından farklı inanışlardaki (müslim-gayrımüslim) ve ‘aşiret’ bağları ile tehdit oluşturan toplulukların merkezi irade dahilinde yerlerinden edilmeleri de ‘sürgün’ geleneğinin kurumsal köklerinden sayılmalıdır.

Kaba hatlarıyla: Osmanlı-Rus savaşları sonucu (1783-1922 arası) 1.800.000 Tatar’ın Anadolu’ya göçüşü, yine benzer gelişmeler çerçevesinde Çerkez ve Abazaların, 1877-1878 savaşı sonrası Bulgaristan ve Romanya’nın kuruluşu ile birlikte 1.500.000 (‘Büyük Balkan Göçü’) ve 1912-13 savaşları münasebetiyle 640.000 Müslüman-Türk’ün gelişleri göçlerimize dair temel tarihi gelişmeler arasında anılmalı; Cumhuriyet öncesi (1914) Ege Rumlarına yönelik baskılar, 1915 Ermeni tehciri (12), Kurtuluş Savaşı ve Rumların ‘denize dökülüş’ü, Lozan ve mübadeleler, 1934 Trakya Yahudilerine uygulanan baskılar, 20 Kura Askerliği, 1942 Varlık Vergisi uygulamaları, 1955 (6-7 Eylül) pogromu neticesinde yaşananlar, 1948-50 arası 30.000 Yahudi’nin İsrail’e göçü ve 1963-64, 1974 Kıbrıs sorununa ilişkin tepkiler de dışa gayrımüslim kaybı çerçevesinde kayda geçirilmelidir.

Öte yandan; 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim ayaklanmaları ‘bahane’ edilmek marifetiyle Kürt yerleşim alanlarına yapılan müdahaleler de (kırımlar dahil) demografik tarihçemizin nakışlı hatlarından sayılmalıdır. Misal; 1934 tarihinde çıkarılan 2510 sayılı yasa ile, ‘Türk kültürüne bağlılık hassasiyetiyle nüfusun mekânsal dağılımını düzenleme yetkisi’ dahiliye vekâletine teslim ediliyor. ‘İlk hedifiniz, Anadolu’nun Kürtçe anadilli bölgeleridir, ileri!’ –tarzında yani. Ve şu örnek her şeyi anlatıyor sanki: Kanun uyarınca, Doğu-Güneydoğu Anadolu şehirlerinden 25.831 Kürt Batı’ya (‘kültür değişim programı dahilinde’) nakledildi. 1947’de devran azcık döndü, zorunlu ikâmet kaldırıldı ve 22.516 kişi eski yerlerine döndü! Nokta.

 

3/ ‘Vatan’ ve ‘dil’e dair

Tırnak içine aldığı ötekilere kendi egemenliğini (kültürel, yasal ve fiili düzlemlerde) dayatan unsurun (örneğimizde Türk kimliğinin) kendisine sorması gerekir; ‘vatan’ dediğim şey, hepimize yeten ve birlikte varoluşumuz adına şükran duyacağım bir coğrafya mıdır, yoksa, başkasına asla koklatmak ya da başkasıyla asla ortaklaşmak istemediğim –ve o anlamda ötekilerin aidiyet teşebbüsleri (yani, hem kendileri olmak, hem de aynı coğrafyayı vatan bellemek niyetleri) dolayısıyla haset beslememe vesile bir coğrafya mı? Mahler’in, ‘ayrılma-bireyleşme’ evresinin layıkınca geçilmesi, özerk bir ‘ben’ ile birlikte, bir, beni tanıyan ‘biz’i de kazandırır çocuğa (çocuk, özerk bir ben olarak katılır diğerlerinin arasına ama bu, ‘biz’i silen/reddeden bir hal de değildir). Haset ve şükran bağlamında söylediklerim, Klein’ın aynı isimli yapıtında altını çizdiği ‘büyüme’ süreçleri ile de alakalıdır. Winnicott’ın da işaret ettiği gibi, büyümenin bir başka göstergesi –yine benzer şekilde-, aidiyeti, mutlaklaştırmayan, hasetle kendine saklamayan ve ‘karşılıklılık’ ilkesini içselleştirici tutumdur. Örneğin, ödipal karmaşanın , ‘benim annem ama senin de karın’, ‘benim babam ama senin de kocan’ ya da, ‘evet, ikimizin de annesi’ gibi, karşılıklılık ölçüsünde aşılabilmesi bir gelişkinlik ölçütüdür. Ötesi, ‘gerçekdışı/anakronik’ çocuksu istekler içinde debelenmektir.

Ortaklaşa yaşam terbiyesinden yoksunluk (o anlamda büyümemişlik), dil üzerinden egemenlik kurma, başkalarının anadilini tanımama, yoksama tavrında da kendisini gösterir. Halbuki, anadili, hayatın teneffüs edilişi ve teneffüs edilen şeyin ta kendisidir. Yalnızca kimliksel bir unsur değil, kendilik metninin kurucu öğesidir. Anadilinin yasaklanması (hangi düzeyde olursa olsun) zulümlerin en büyüğüdür. Nazi tehdidi ile Viyana’dan Londra’ya kaçmak zorunda kalan Freud, İsveçli meslektaşının, ‘göz aydınlı’ mektubuna şöyle karşılık verir: “Sanırım, bir göçmenin çok acılı özel bir duygusunu atlamaktasınız. Şöyle söylemeye çalışayım; bir dilin kaybı, kaybeden için, içinde yaşadığı ve düşündüğü şeyin kaybıdır -hiçbir empati çabası ile telafi edilemeyecek bir şeyin”. (13)

4/ Geride kalanların ruhsal/zihinsel göç yollarına dair

Sürgünlerin/kültürleri sürgün yiyenlerin yas çalışması yapmalarının zorluğuna değinmiştim –farklı bir dış ilgi ve çabayı da gereksiyor. Ancak, onarım süreçlerinin geçtiği yolların, gidilecek ülküler ülkesini belirlediğini de unutmayalım. Peki, mağdurların ardında kalanlar –ya da, baka-kalanlar? Kaybedenlerin kaybını kayıp bilecek, kayıpların yasını tutacak ehliyetleri var mı? Dahası; kaybettiren ‘güç’le, yani, ‘muktedir devlet’ ve onun zulmü ve sopası ile ilişkisini nasıl düzenlemiş/düzenlemekte? Kendi olma hâliyle iktidarın şiddet uygulayan kimliği nerede, nasıl örtüşmekte?

Birikim dergimizin 248. sayısında, ‘Geçmişle Hesaplaşma Kolay mı?’ başlığı altında, geçmişle ilişkisizlik hallerimiz ve geçmişle ilişkiye geçme yolları üzerinde etraflıca durulmakta idi (14). Nihai olarak katmak istediğim noktaya gelmek üzere –söz konusu başlık altındaki yazılardan da ilhamla- şöylece toparlamak isterim: i. Geçmişle ilişki, ‘hatırlamak’ üzerinden kurulur –biz, hatırlamıyoruz: ‘aaa!’, o da ne, üstüme iyilik-sağlık şaşkınlığı; ii. Dünya ahvalinin özendirişi/tazyiki dolayımında bilvesile hatırlananlarla ‘yüzleşecek’ bir yüze sahip değiliz (yadsıma: ‘hayır, olmadı öyle bir şey, belgesi nerde?’; ‘Türk milleti ırkçı değildir, kırmaz-kıymaz’;  yansıtma: ‘dış güçlerin oyunları bütün bunlar’, ‘asıl bizdik mağdur olan’; karşıtı ile özdeşim: ‘biz ne zulümler gördük, âlem o ise, biz de yaparız’; gerekçelendirme: ‘ama o sırada onlar da azıtmışlardı, savaş şartları, Cumhuriyet’in kuruluş sancıları’, vs). 

Bir psikanalist olarak kendi sözümle kendim ver-kaça gireyim: Psikanaliz, analizdeki kişinin, kendi hikâyesini -gözden ırak kalanları ile birlikte, bilhassa da onlarla- gözden geçirmesi, çözümlemesi ve yeniden yazması ihtiyaç ve sorumluluğuna dayanır. Esasında, analiste başvuran kişinin, gözden ırak tutmaya çalıştıklarının önüne çektiği duvar yıpranmış, duvarı geçebilenleri hükümsüz kılmaya yarayan savunmaları işe yaramaz hâle gelmiştir. Gelir, analistin sedirine uzanır ve analitik ilişkinin güvencelendirdiği ortamda, kendisini, ‘özgür çağrışım’larına bırakır –hatırlamayı ve hatırladıkları ile yüzleşmeyi göze alır. Hisse: Özellikle de, son yirmi yıldır, geçmişle hesaplaşmanın reddedilemez bir talep hâline geldiği dünyada, ‘nisyanı sanat bellemiş’ Türk toplumunun, ‘çılgınlık’ mertebesinde kendine biçtiği müstesna varoluş pişkinliğinden analiz odasına geçmesinin vakti gelmiş ve dahi geçmektedir. Dahası, daha çağdaş bir ‘milliyetçilik’ alımlayışı ile –bari!-, ‘şen şatır çocuksu’ hallerin büyükler dünyasında münasebetsiz ve onur kırıcı kaçtığı da artık kabul edilmeli, çocuk sedire uzatılmalıdır.

-ve, iii. Bütün bunları yapabilelim ki, mağdur edilenlerle duygudaşlık kurabilelim, mağduriyetlerini anlayabilelim ve bizleri birbirimizle barıştıracak ‘hakikat’lerle buluşup bir ‘uzlaşı’ ortamı sağlayabilelim, dahası, geleceğin kesintisiz ve derinlikli demokratik hayatını (küresel/yerel ölçekte) birlikte kurabilelim.

Mesele, ‘E, evet, tamam, kabul ediyorum, olmuş bütün bunlar,’ –hatta, kabulün ötesinde- ‘Fevkalade müteessirim, ne diyeceğimi bilemiyorum, çok üzgünüm’ de değil. Yine analiz odasına döneyim: Analizdeki kişinin çağrışımlarının yoğunlaşması, çağrışımlarının önündeki engellerin kalkması bir şeydir –ama her şey değildir. Çağrışanların/anımsananların, uygun duygu yükü ile harmanlanıp yeni bir kendiliksel kurgunun yapı taşı olacak şekilde anlamlandırılmasıdır (‘yorumsayış’) önemli olan: Bilinç düzeyinde bir yeniden yapılanış hâli. Gizlide-saklıda kalmış, çarpıtılmış, tanınmaz hâle getirilmiş malzemeden yeni bir varoluş kurgusu geliştirebilme çabası. Bunun, toplumsal hayattaki karşılığı, hatırlamaları, yüzleşmeleri, bir tür sağaltıcı malzeme olarak toplumsal kendiliğimize katmaktır. Yani, hatırlananlar üzerinden basit bir duygudaşlık, anlayışlılık, ‘özür diledim bitticilik’ değil, sorumlulukla, söz konusu malzemeyi toplumsal bilince ağdırıp gereğini yapmaktır aslolan. Bir başka deyişle, ‘tarihsel-toplumsal-siyasi’ bir yorumsayışla nüfuz edilen malzemeden ‘demokratik siyasi mücadele’nin eylemli dilini (Hannah Arendt’i de hatırlayalım bu arada) kurmak, suçu kabulle yetinmek yerine, gereğini yapacak denli sorumluluk üstlenmektir.

Ve bu söylediklerimi bir başka vurgu ile tamamlayayım: Zaman zaman toplumsal/tarihsel mağduriyetler anılırken geçer, ‘halk yapmamış ki bunu, işte, devletin içinde –ki, devlet bile değil- bir kısım görevli…’ tavrı. Gerçi uzun hikâye, lakin, evet, Türk Devleti (Anayasa’nın 66. maddesinde öyle geçer –‘Türk Devleti’), kendisini, toplumsal/sınıfsal bir mücadelenin içinden yürüyerek değil, tanımlı düşman algısı üzerinden -kendini var etme/kurma kaygısı uyarınca- silahlandırıp cepheye devşirdiği halkla kurmuştur. O vakitten bu vakte de, siyasi pratik, devletin ‘resmi/kurucu’ ideoloji hattından, sivil siyasi mücadele sathına akamamış; ahali kendini devletinden ayrıştıramamış, devletinin şiddet kullanarak mağdur edişlerini her dem mazeretlendirip mazur görmüş, giderek, devletin sopasını okşayacak ideolojik kılıflar icat etmek suretiyle (‘sadırganla özdeşim’ diye karşılıyor bilim) ‘milli devlet’ takdirinden geri durmamıştır. Bir başka deyişle, devletin (askeri-sivil bürokratik seçkinler güldestesinin) şimdiye dek binbir örneği ile yaptığının yanına kâr kalışı, halkın, söz konusu özdeşim marifetiyle tedarik edilmiş nisyana meyli ve ehliyetindendir: Hiyerarşik tahakkümüne rıza gösterdiği, gücünü gücü bilip iktidarını paylaştığı devlet algı ve kabulünden beslenen ehliyet. (15)

Bilindiği üzere, Anayasa Mahkemesi’nin olası ‘yasama’ gaspı niyetliliğine, -pörçüklü de olsa- demokratik temsil yetkisi kendisine teslim edilmiş Meclis’ten de, hükümetten de, oraya temsilci gönderen halktan da, geniş aydın kesiminden de bir ses çıkmadı: Sopa okşanmakta. Öte yandan, anayasa değişiklik önerilerini ele alış ve değerlendirişteki ‘siyasi’ basiretsizliği bir yana, sivil Kürt siyasi hareketinin, kendi ‘güç/iktidar’ (‘PKK’) yapısı ve onun –siyasi özneleşme/erginleşme sürecini ketleyen- ‘şiddet’ tasarrufu ile ilişkisi de, ‘sopa kültürü’ bağlamında ihmal edilmemeli: Türk’ün kendi devleti ile kurduğu (vesayeti talep eden) tarihsel çocuksu ilişkinin bir ayna ikizi değilse bu, ne (meşru müdafaa hattını geçtikse)? (16)

 

5/ Kendilik, ötekilik, öte-kendilik’e dair

Son kitabımın (Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat) arka kapağına şunları yazmıştım: “Psikanaliz, kanımca, ötekindeki kendini, kendindeki ötekini, dolayısıyla, kendi ve ötekinin hemhal oluşundan mürekkep bir hayatı anlama/anladığını dönüştürme kaygı ve çabasından doğmuştur”. Aslında, ‘varoluşsal özerklik/özgürlük’ dediğimiz şey de, kendi ve öteki diye mutlaklıklar kurmadan, engin bir varoluş coğrafyasında, kendiliklerarası alış-verişle tüm ötekilik sınırlarının ötesine geçebilme özgürlüğüdür. Aklı başında hangi sese kulak verecek olsanız duyacağınız odur –gerisi, beyhude, esaret ve tahakküm öyküleridir. (17)

Bu duyarlıkla, -yazımın içeriğini tasarlarken- göçlerin o boyutuna işaret etmemenin eksiklik olacağını hissettim. Kaldı ki, az önceki notta andığım ‘ruhsal/zihinsel’ değişim-dönüşüm yolu da oradan geçmek zorunda idi. Ve öylelikle, bir başka aklı başındalık örneği ile karşılaşmaktan da büyük sevinç duydum: ‘Iain Chambers’. (18)

“Kendi hayatlarımız, kültürlerimiz, dillerimiz ve geleceklerimizi alışageldik biçimde algılama tarzımızda önemli bir kopuştan söz etmeye acaba ne zaman başlayabileceğiz?” diye sormakla işe başlıyordu Chambers. Dilleri, dinleri, tüm kültürel unsurları ile ‘üçüncü’ denilen dünyanın, ‘birinci’ diye anılanlarla temas noktalarından bile değil, tam da göbeğinden ses verdiği zaman diye yanıtlamaktaydı, sorduğu soruyu. Edward Said’den de (Out There, Marginalization and Contemporary Cultures’da [1990] yer alan yazısından kalkarak) şöyle destek alıyordu: “Bizleri bildik toprakların güvenliğine kapatan sınır ve bariyerler aynı zamanda birer hapishane olabilir”. Zindan kapılarını zorlayış, soykütüğünün ‘kan, mülkiyet, ülke sınırlarına tâbiyet’ retoriğini de berhava etmeli, onların yerine, “kendiliğe ve ötekine ilişkin bütün tanımlamaların olumsallığını ve adımların daima yere hafif basma zorunluluğunu vurgulayan kapsamlı bir toplumsal ilişkiler yorumunu ikâme” etmeli idi (Living in a New Country, Paul Carter, 1992).

Bizler, zifiri karanlık zindanlarımızda mutlaklaştırdığımız kendiliklerimize kendimizi zincirlemişken, ötekinin ışığıyla bizi ayartmaktan erinmemekteydi Chambers: “Kendi tikel kendiliklerimizin en keskin biçimde açığa çıktığı yer, belki de kendiliklerimiz ile bu ‘ötekilik’ duygusu arasındaki diyalogdur”. Hele bir zincirlerimizden boşanıp öteki ile diyaloga geçelim, değişim-dönüşümün önü açılacak, bağnazlığın kökü sarsılacaktır: “Bu değişimler şu üç eksen boyunca gerçekleşecektir: Göç, kentleşme ve kültürel temas”. Aman şurası ziyade önemli: “Otantik bir milliyetçilik ve homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak iyiden iyiye demode olacaktır” (New Formations, Peter Wollen, 1990). İyi mi (daha, youtube yasağına bile methiyeler düzerken)?!

Ve umut, sürekli kendisini değiştirip dönüştüren (kuşkusuz, varoluşsal devinimini siyasi eylemliliğine yansıtan) ‘özne’de: “Özde soyut ve tarih dışı bir figür olarak olaydan önce varolan rasyonel öznenin farazi özerkliğinin karşısında, dünyevi süreçler içinde ortaya çıkan, hafıza, dil ve tarihin sarsıntılı harmanlamasında sürekli olarak oluşturulan ‘özne’[de]”.

Temel soru o değil mi; ‘başkalığa saygı göstererek farklılıklarımızla, farklılaşma ihtiyaçlarımızla nasıl yaşayabiliriz’? Chambers, sorunun yanıtının, Emmanuel Lévinas’ın ünlü eserinin başlığında yattığını söylüyor: Totality and Infinity (1969). Tek tip bütünlüklere indirgemekle kendi hâline bırakabilmek arasındaki gerginlikten sıyrılabilmek: “Başkalarını tanımak ve dolayısıyla da onların yerine konuşmanın imkânsızlığını tanımak demek, (…) kendi varlığımı kendisi olarak değil de öteki ile ve öteki için olması bağlamında tanımak demektir”. (19)

                       ________________________________

(*) Şiir, Şilili şair, Gabriela Mistral’den (1889-1957). Terk etmenin yakıcılığını, dönüp gitmenin ayartıcılığını ve bütün bu metinde okuyacaklarınızı çok iyi anlattığına inandığımı için aldım bu dizeleri (şairin, ‘Göçmen Yahudi’ isimli şiirinden). Benim çevirim, D. Dana’nın İngilizce çevirisinden (bkz., Akhtar, 8. dipnot).

1. Burada anılan ‘kemâliyye’, kemâle ermişlik, olgunluka ilgili –hayat içre bir hal. ‘İnsan-ı kâmil’ olmanın, ters yönlü (‘ben’ demeye başlanan aşamadan beriye) bir göçle mümkün olduğu iddiasındaki sufî (tasavvufî) yaklaşım (‘psikoterapi’) ise, şunu söyler bize: ‘Siz, tam da orada, ben demeye başladığınız o menfur noktada, ahsen-i takvim’den (en güzel biçimde yaratılmışlıktan), ilahi prototipinizden, metafizik/kozmik düzeninizden, ilksel düşünce’den, Mutlak Hakikat’ten, ruhunuzun cennetinden… koptunuz. Kuvvetini yüce âlemden alan kuvve-i alime’nizi (evrensel aklınızı) ihmal edip, bedenin tabiatına uyarlı akl-ı amile’nize (pratik aklınıza) uydunuz’. Evet, böyle der, ‘kılavuz üstad’ ve ‘evrensel hakikat’e rücu edişin mertebelerini (‘makamat’) aşmaya davet eder: ‘Ölmeden evvel ölünüz, dünyevi arzularınızın tutsaklığından kurtulup dünyevi benliğinizi feshediniz ki, Rabb ile birleşip bütünleşebilesiniz’… -anayım istedim (bkz., ‘Kutsal ve Psikanaliz’ ve ‘Saplar ve Samanlar’ yazıları, Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat/ Halûk Sunat, Yirmidört Y., 2009).

2. ‘Kerâhet’, iğrençlik, iğrenme anlamına geliyor. Ya da, bir işi istemeyerek (baskı altında) yapma hâli. Veya, şeriat hükümlerince, haram değilse de ona yakın olan –mekruh. ‘Kerâhet vakti’ ise, namaz kılmanın uygun olmadığı vakte, akşamcılar için de, vaktin geldiğine işaret etmekte. Bense, örneğimizde, ikâmette ısrarın beyhudeliğine ve hayatın ve içkinin bir hoş yolculuk olduğuna  delalet etsin isterim.

3. Her ne kadar ‘tefsir’ ilmine vâkıf olmasam da, Âdem ve Havva’nın, sınırları ‘yasak’la çizilmiş Cennet’in hudutlarını Şeytan marifeti ile de olsa (oranın ebesi de Şeytan imiş demek ki) ihlale cür’et edebilmeleri, sonsuz bir insani yolculuk adına takdire şayandır (bir anlamda, ‘varoluşsal özerklik’ adına ilk göçerlerdir onlar), desek, yeridir.

4. Burada sözü edilen evreleri Mahler’in The Psychological Birth of The Human Infant  (1975) başlıklı çalışmasında okuyabiliriz (Türkçesi, İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu/ Fred Pine ve Anni Bergman’la birlikte, Metis, 2003). ‘Geçiş nesneleri’ için, Winnicott’ın, Transitional Objects and Transitional Phenomena/A Study of the First Not-me possesion, Int. J. Psychoanl., 1953, 34: 89-97; ‘bağlantı nesneleri’ için de, Volkan’ın, Linking Objects and Linking Phenomena/ A Study of the Form, Symptoms, Metapsychology and Therapy o f Complicated Mourning, New-York, Int. Univ. Press, 1981’e bakılmalıdır. Geçiş nesneleri, çocuğun anne ile kendisinin sınırlarını ayrıştıramadığı evrenden bireyleşmeye doğru yol alırken anne imgesini yükleyip desteğini aldığı nesnelerdir. Annenin yokluğunda sarılınan bir battaniye, bir ayıcık, hatta, bir melodi olabilir. (Mın Dît’teki, annenin sesinden ve dilinden kasete kaydedilmiş masalla uykuya –cennetsi [narsisistik] evrene- yolculanış geldi hatırıma. Örneğimizde, her ne kadar, yolculuk, iç âleme doğru olsa da, eşlik eden annenin sesidir –oyunları boşa çıkaran, barışçıl bir hünere davet ediştir anlatılan -hatırladığım.) Bağlantı nesneleri ise, yitidiklerimizle bugünümüzü buluşturan, yitimi onarma işlevi gören şeylerdir. Sözgelimi, mezarlar, anıtlar, böyledir –derken de aklımıza mezarsız kayıplarımız gelir. Özellikle de -90’lı yıllarda JİTEM ve derin devletin değişik uzantılarınca kaybedilip meçhule yolculanmış kayıplarının ardından her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda birlikte olduğumuz annelerin en yakıcı isteği çocuklarının bir mezarı, mezar taşı olabilmesidir. Mezarlar, mezar ziyaretleri, bizi sevdiğimiz kayıplarla, kayıpları hayatla buluşturur çünkü. En vahim tecrübelerden biri de 1998’de öldürülen on PKK’linin mezarlarının ‘vatanseverler’in itirazları sonucu iki kez açılması, cesetlerinin nakli ve sonunda yetkililerce -yine aynı ısrar sonucu -bilinmeyen bir yere gömülmeleridir (bkz., Ayşe Hür’ün Taraf’taki yazısı, 27.06.2010). Öte yandan, -anı değeri olan eşyalar, yadigârlar, fotoğraflar, müzikler, vbg- geçiş nesnelerinin, göçle ilintili yas çalışmasındaki işlevleri de açıktır.

5. Mourning and Melancholia/ 1917 (1915), S. Freud, Standard Edition, Volume XIV, London, Hogarth   Press, 1986.

6. Klein’ın Envy and Gratitude (1957) isimli çalıması (Türkçesi, Haset ve Şükran, Metis, 1999), Kernberg’ün, Sever Personality Disorders, Yale Univ., 1984 ve Internal World and External Reality, Jason Aranson Inc., 1985 önerilebilir.

7. Ödipal süreç ya da pregenitalitenin görece yüksek düzeyli savunmalarına (bastırma, ‘reaksiyon-formasyon’ [karşıt tepki kurma], ‘isolasyon’ [yalıtma], ‘undoing’ [yapma-bozma], ‘entelektüalizasyon’ [bilgiselleştirme], ‘rasyonalizasyon’ [ussallaştırma/gerekçelendirme] gibi) girmiyorum –ortalama uyumla bağdaşık oldukları, -göç bağlamında- derinlikli sorun yaşatmayacakları için.

8. Toplumsal nitelikli ve ruh-içi göç yollarının kesişimlerinden kalkarak, Salman Akhtar, göç yaşantısını, ‘üçüncü bireyleşme’ deneyimi olarak isimlendiriyor. Ayrılma/bireyleşme evresini az önce gördük. Ergenlik ise, çocuklukla çıkılmış olan yolun erişkinler dünyasına erişmeden (erişkin bir birey olmadan) önceki uğrağıdır. Erişkinler mahallesine yerleşmeden önceki çocukluk evinin tasfiye süreci. İşte, bizi biz yapan coğrafyadan kopup bir başka coğrafyanın adamı olmaya soyunma hâline, Akhtar, -o nedenle- ‘üçüncü bireyleşme’ adını uygun görüyor. Bkz., ‘A Third Individuation: Immigration, Identity and The Psychoanalytic Process’/ Journal of American Psychoanalytic Association, 43: 1051-1084, 1995.

9. Burada anılan ‘as if personality’ (‘sanki kişilik’), Helene Deutsch’un 1934’te işaret ettiği bir kendiliksel haldir. Temelde, ‘özgünlük’ yoksunluğu olarak yansıyan bir kişiliktir, Deutsch’un tanımladığı. Etrafla ilişkilerinde bir sorun yaşamamakta, hatta, ilişkilerinden hoşnut görünmektedir bu kişiler. Ancak, uyumlu falan görünseler de, yaşayışlarında duygulanımsal bir derinliğin olmadığını, görmesini bilen gözler görür. Mesele, bir bastırma falan değil, esasında ‘nesne yatırımı’ dediğimiz dünyaya yatırımlarındaki eksikliktir. Taklit düzeyinde ya da göstermelik uyumlulukları ve edilgen tutumları ile öfkelerini de örtmüşlerdir. Deutsch, bu, ‘yalancı normallik’ (‘depersonalize’ görünüm) ardındaki şizoidiye işaret eder. Daha sonraları ise (örneğin, Kohut tarafından), bir ‘kendilik’ sorunu olarak tanımlanacaktır. Bunları şunun için yazdım: Göç edimi içindeki birey dahil, öznenin esasta ne yaşadığını anlamak, derinlikli bir bakışı gerektirir –toplumsal hayatımıza bakarken ihmal etmeyelim. (Ayrıca, bkz., ‘Some forms of emotional disturbance and their relationship to schizophrenia’, Helene Deutsch, Psychoanalytic Quarterly, 11.)

10. Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti tarihselliği içinde göçler, elbet, apayrı uzmanlık ve ilgi alanına giren bir mesele. Yazımı hazırlarken, özellikle, İlhan Tekeli’nin, Göç ve Ötesi (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008) başlıklı kitabından yararlandığımı belirtmek isterim.

11. İlgili tartışma için, bkz., Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm/ Halûk Sunat, Papirüs Y., 1999, s. 79-83, 105-110. Ayrıca; bkz., Hartmann’ın, Psychoanalytic Study of the Child/ ‘Comments on the Psychoanalytic Theory of the Ego’, 1945, Kohut’un, The Restoration Of The Self, 1988 ve The Analysis of the Self, 1987, International Universities Press, Inc. (son iki yayımın Türkçesi için, bkz., Metis’ten, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1998 ve  Kendiliğin Yeniden Yapılanması, 1998).

12. 9 Aralık 1948 tarihli ‘Soykırım Sözleşmesi’ hükümlerince –mahiyeti ve sonuçları itibarıyla- bir soykırım örneği olan ‘Ermeni Tehciri’ olgusunun Göç ve Ötesi’nin yazarı İlhan Tekeli tarafından aktarılışı –bana kalırsa- manidardır: “Ermeni komitelerinin Rus ordularının ilerlemelerine yardımcı olmaları ve Van’ı işgal etmeleri üzerine 1915 yılı Mayıs ayında çıkarılan tehcir kanunu ile Rus işgaline henüz uğramamış kesimlerden 700.000 Ermeni, Diyarbakır ve Urfa’nın güneyine gönderildiler. Bunların bir kısmı oradan başka ülkelere gittiler” (a.g.y., s. 157) –attaya yani!

13. ‘A Third Individuation: Immigration, Identity and The Psychoanalytic Process’ içinde, Freud, 11 Haziran 1938.

14. Adı geçen başlık altında, Tanıl Bora’nın, ‘söyleyip vicdanı kurtarmakla işin bitmediğini, ötesine geçmek’ gerektiğini vurgulayan yazısını, Murat Paker’in, baloyu terk etmenin ve maskelerimizden kurtulmamızın yollarını sorguladığı yazısını, Cem Kaptanoğlu’nun, mağduriyetin izlerinin onarılmasında mağdur eden tarafta olanların yapabileceklerine ilişkin yazısını (Kaptanoğlu’nun yazısında geçen, ‘ortak travma’ için, bkz., kavramı öneren Vamık Volkan’ın Kanbağı/ ‘Etnik Gururdan Etnik Teröre’ [Bağlam Y., 1999] içinde, ‘Seçilmiş Travma’) özellikle anmak isterim. Tabii, bütün bu meseleler çerçevesinde, müstakil olarak ele alınıp irdelenmesi gereken bir önemli çalışmayı da: Geçmişle Hesaplaşma (‘Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürü’ne’, Mithat Sancar, İletişim Y., 2007).

15. Genelkurmay, ‘Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye’yi (2009), görülen lüzum üzerine, ‘Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu’ yaptı (2010) –peh! Başbuğ İlker Paşa da, giderayak –metinde altını çizdiğim ehliyetimizi- hatırlattı: ‘Türkiye’de askerlik vatan borcudur. Davul-zurna ile gidilir askere. Mehmetçiğin yerini hiçbir şeyle dolduramayız. Dahası, bu sistemle oynarsanız, orduyla millet arasındaki bağ kopar’. Ve ekledi: ‘O bağı sıkılamak yerine ârızalarla uğraşanlar Türk kanı taşıdıklarına inandıramazlar bizi’ (7 Temmuz 2010, gazeteler –gençlerin kankardeşliği ile ürettikleri, nemli gözlerle teslim alınan Türk bayraklarına, Türk Tarih Tezi ve mümtaz Türk ırkı ile ilgili incilere girmiyoruz).

16. ‘İçselleştirilmiş sopa okşayıcılığı’ (mazoşizm) ve ‘içselleştirilmiş sopacılık’ (sadizm) tavırlarının, Türkiye sosyalist mücadele ‘izm’ler hattında sorgulanmayışına Tanıl Bora da andığım yazısında değiniyor, sanki (bir ayraç içinde): “Sosyalistlerin toplumsal/içtimaî bünyeyi sorgulamak ile sınıfsal-popülist yüceltiyle onu doğrultmayı tahayyül etmek arasındaki salınımı da başlı başına tartışmaya değer!” (s. 12) Anılan meselenin ele alındığı başka örnekler kapsamında, bkz., benim, Birey Sorunsalı/ ‘Marksizmin Uygarlığa Bakışı ve Eleştirisi’, s. 237-261 ve Birikim/ ‘Tahakküm Hiyerarşileri ve Marksizm’ (sayı 96) başlıklı metinlerim. Elias Canetti de, Kitle ve İktidar (çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Y., 1998) isimli çalışmasında, bir toplumda ‘emir veren’ konumunda olanların, o emre tâbi olanlarda bir ‘sızı’ bıraktığını ve koşullar uygun düştüğünde o sızının benzer bir buyurganlığın, şiddetin yolunu açtığını söyler (‘Karşıtına Dönme Kitleleri’). Tabii, burada benim işaret etmek istediğim kesişim noktası, ‘intikamcılık’ tavrından ziyade, koyunların bir araya gelip kurtlara saldırmalarından sonra –kurt şiddetinin mağduru- tavşanlara da sopa sallamaları (ve sopanın mazur görülüşü) keyfiyetidir. Halbuki, “Halkların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi oldukları varoluş biçimidir demokrasi. Devletin sönümlenmesi denilen ucu açık süreç anlamında, halka içkin politikadır,” der, Alain Badiou (‘Demokrasi Bayrağı’, Demokrasi Ne Âlemde, Metis, 2010, s. 23).

17. Mihail Bahtin’den ilhamla (İmgenin Tılsımlı Rüzgârı/ ‘Yazınsal Metne Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’, Yirmidört Y., 2006) benim değinilerime ve Spinoza’dan ilhamla Cemal Bâli Akal’ın yazdıklarına (Varolma Direnci ve Özerklik, Dost Y., 2004) bakabilirsiniz -ve elbet, Gilles Deleuze’e (örneğin, Felix Guattari ile birlikte, Kapitalizm ve Şizofreni 1/ ‘Göçebebilimi İncelemesi: Savaş Makinası’, Bağlam Y., 1990 [1980]).

18. Göç, Kültür, Kimlik isimli çalışma, Ayrıntı Y., 2005 (1994).

19. Alıntılar (sırasıyla), a.g.y., s. 10, 11, 15, 32, 111, 148, 163.



6 Responses to “‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Göç ve Kendilik”

  1. Selamlar,

    Bu yaziyi cok sevdim. Yine sagolun.

    Leyla

    • 2 haluksunat

      Sevgili Leyla, çok mutlu oldum.

      • 3 haluksunat

        Sevgili Ayşegül Hanım,

        Ben yazarken mutlu oluyorum, ama tabii, yazarkenki duygumu alarak yazdıklarımın içinden yürüyen okurla karşılaşmak apayrı bir mutluluk. Bana bu mutluluğu yaşattığınız için teşekkür ederim. Aslında, roman kahramanı ile hasbıhal ederek yazınsal metin eleştirisi kurmak ya da eleştirel okumayı, ‘okur-eleştirmen’ kimliği üzerinden hikâyeleştirmek, denenmiş bir yordam mıdır, ben rastlamadım, bilmiyorum, lakin, yeni bir şey ortaya koyma cesaret ve çabasına ilgi göstermenin pek geleneğimizden olmadığını, artık, biliyorum. Okur emeğinize saygım ve sevgimle…

  2. 4 Ayşegül Gürdal

    Sevgili Haluk bey,sizinle karşılaşmaktan,sonsuz mutluluk duydum. İsminizi hatırlamama rağmen, son yıllarda, bir tür içe kapanış yaşadığımdan, yazılarınızı maalesef okumamışım. Çelişkilere düştüğüm noktalarda, inanılmaz gayretinize ve bilim insanı kimliğinizde ki dürüstlüğe, teslim oldum. Aslında yazmayı düşündüğüm, böyle bir yazı değildi. Hemen hemen bütün yazılarınıza göz gezdirdim. Sanırım, hepsine cevap olacak, bu metin. O. Pamuk’la ilgili yazınıza hiç ses gelmemesi hakkındaki serzenişlerinize de üzüldüm. Aslına bakılırsa, o nitelikteki bir eleştiriyi, değerlendirecek demiyorum,üstüne ya da karşısında bir şey söyleyebilecek kimse düşünemiyorum. Okur ve eser arasına üçüncü kişi olarak öyle hınzırca girip, öylesi doğru kanıtlar sunuyorsunuz ki. Kahkahalar içinde okudum. Sanırım siz de eylendiniz yazarken. Dördüncü kişi olarak, Orhan Pamuk okumasından büyük zevk aldım. Masumiyet müzesi’ni okumadım zira. Ne anlatmak istediğine ilişkin samimi çabama rağmen, diğer yazdıklarını, hep okuyucunun tamamlamak zorunda kaldığı gibi bir his oluşmuştu bende. Beyaz Kale’i çok beğendiğim için, sabırlı olmaya çalıştım. İntihal olduğunu öğrenince, her şey daha anlaşılır hale geldi. Ama asıl teşekkür etmek istediğim nokta, Paul Auster. İsmini hatırlamadığım bir kitabını, ki oğlumun kitabıydı, yolculukta okudum.Öncelikle hissettiğim şey, öfke oldu. Bunu da dile getirdiğim için pişmanlık duydum. Bu kadar büyük bir yalanın söylenişine ve kabul görüşüne, kızgınlığımın, oğlumun tercihine yönelik, bir eleştiri gibi algılanmasından korktum. Sonuç olarak da kendimi yalnız hissettim. Bana bu duygudan kurtulma fırsatı verdiğiniz için,tekrar teşekkür ederim. Bilgisayara yeterince güvenmediğim için, yazarken pek kullanmam. Silinmesi tehlikesi yüzünden. Size yazmak isteğimin önüne geçemedim bu kez. Bağışlayın, hepsi çalışılarak değerlendirilecek yazılar. Biraz aceleye geldi. Sevgiler.

  3. Reblogged this on Psikanalitik Şeyler.

    • 6 haluksunat

      İlginiz beni mutlu etti Nurgül Hanım. Ben Antalya’da yaşamaktayım şu sıralar. Mevcut imkânlar dahilinde yardımcı olabilirsem sevinirim. Ama öncelikli göreviniz okumak! Size ve arkadaşlarınıza sevgiler.


Yorum bırakın